10 Aralık 2011 Cumartesi

Bir tatlı "Huzur"...

Huzur’ la yolculuğum çok uzun sürdü ama sonunda tamamlandı. En başta Mümtaz ve Nuran, ardından İhsan ve Suat uzun bir dönem yanımdaydı. Bir ara yoruldum ve bıraktım.  Araya başka hikâyeler, başka kahramanlar girdi. Sonra geri döndüm ve nihayete erdirdim.

Huzur’ a başlamadan önce üzerimde bir baskı oluştuğunu söylemeden edemeyeceğim. Zira Türk edebiyat tarihinin en önemli eserlerinden biri olarak anılan bir yapıtı okurken olumsuz duygular geliştirmek baştan yasakmış gibi geliyor. Ama sıkıldığım, koptuğum ve beğenmediğim bölümler oldu. Öyle zamanlarda insan “ben de mi bir eksiklik var da, anlayamıyorum?” diye düşünmeden edemiyor.
Ama aslında durum başka.
Niteliği önceden belirlenmiş durumların hemen hepsinde aynı durum geçerli oluyor. Bilirsiniz, durum komedilerinde nerede gülmeniz gerektiği bellidir.  İşte bir kitabın arkasında da “en…” ile başlayan cümleler varsa, daha kitaba başlamadan onu beğenmek zorunda hissediyorsunuz kendinizi. Belki de bu yalnızca bana mahsus bir durumdur, bilemiyorum.
Uzun tasvirler ve eski Türkçe kelimelerin fazlalığı romanın içine rahatça girmemi engelledi. Ama azmin elinden ne kurtulabilmiş ki?
Yalnızca bunları düşünerek romanı ağır, karmaşık ya da sıkıcı olarak nitelendirmek mümkün ama bu daha çok işin kolayına kaçmak olur.

Bana kalırsa “Huzur” mesai harcanarak okunması gereken bir kitap. İçinde, her seferinde farklı bir şey çıkararak dönüp dönüp okuduğum öyle cümleler, öyle paragraflar vardı ki, bu son zamanlarda okuduğum kitaplarda rastlamadığım bir şey. Romanın esas gücü de buradan geliyor bence.
Tanpınar’ın tasvirlerinde çok sık kullandığı bir sıfatı, kendi eserine çok yakıştırdım.
“Huzur” lezzetli bir roman.



9 Aralık 2011 Cuma

Serbest yazı


Uzun süredir yazamıyorum. Neden mi? E, çünkü ben bir tembel tenekeyim ve adımın hakkını vermek zorundayım!
İşin doğrusu, bir süredir mekanizmama sıkıntılar hâsıl oldu. İki gün iyiysem üç gün hastayım. Üzerimde bir şeyler dolaşıyor, hadi hayırlısı! Bir süre daha düzelemezsem bilimsel yollardan sapıp halime başka çareler arayacağım. Okuma, üfleme, kurşun döktürme, artık ne olursa. Çünkü hakikaten sıkıldım. Hasta olmak bir tarafa, bir de etrafa yansıyan mızmız, bir türlü iyileşemeyen, bezgin bir imaj var ki bana kalırsa o en fenası.
Neyse…
Durum daha kötüleşmeden, en önemlisi de ben bu durumu kanıksamadan vaziyete bir “heeeyt” çekip geçtim bilgisayarımın başına. Tabii bunda sevenlerimin etkili olduğunu da söylemeden edemeyeceğim. Yokluğumda pek bir özlenmiş, pek bir merak edilmişim. (Bir de hemen şımarmışım galiba!)
E, hal böyle olunca, ben de "hemen bir şeyler yazmam gerek" dedim, dedim ama ne yazacağım. Telefonuma, defterime küçük küçük notlar almışım ama noktaları birleştirince tavşan mavşan çıkmıyor. Kim bilir ne gördüm, ne geçirdim aklımdan da aldım o notları. Tabii üzerinden zaman geçince bir işe yaramıyor. Ben onlara, onlar da bana uzayıp giden bir boşluk içinde bakıp duruyoruz. Zira yazmak da diğer her şey gibi bir süre ara verip de yeniden döndüğünüzde “ah, canım nerelerdeydin sen, vah vah hasta mı oldun, yazık sana” demiyor. Anlayacağınız ayrılırken Hulusi Kentmen, döndüğünüzde Aliye Rona!   
Dolayısıyla bu yazının gidişi gidiş değil. Şimdi oradan girip, buradan çıkıp, türlü laf cambazlıklarıyla konuya girmeyeceğim, daha doğrusu giremeyeceğim çünkü konu yok. Haliyle giriş, gelişme ve sonuç da yok!
Biz, buna en iyisi, uzun bir aradan sonraki ilk yazı diyelim. Isınma gibi bir şey yani.  
İdare edin işte, bu da böyle olsun.

Hem zaten önemli olan yazmak, öyle değil mi?

19 Ekim 2011 Çarşamba

Cep telefonum olmadan asla!


Cep telefonunuz hayatınızın ne kadarını kaplıyor?
Ben söyleyeyim; tamamını!
Geçen hafta yakın bir arkadaşımın, o kendini biliyor, cep telefonu bozuldu. Birlikte yer alacağımız bir organizasyon öncesi konuşurken birden ya son dakikada bir değişiklik olursa nasıl haberleşeceğiz diye paniğe kapıldık.
Kapıldık da bir çözüm bulabildik mi?
Hayır!
Bildiğiniz kilitlendik.
Biz ki, Ana Britanicca’ nın her şeyi bildiğini sanan, postacı görünce bir Brad Pitt, bir Jude Law görmüş kadar sevinen, en önemlisi de telefonu ilk kez kez evde görüp, onu öyle kabul edip seven insanlarız, anamızın karnından cep telefonuyla çıkmışız gibi ne yapacağımızı bilemedik.
Bir an Val Kilmer’ ın Top Secret filmindeki güvercine sahip olmak istedim, vahamet o derece yani! (Bilenler bilmeyenlere anlatsın)
Oysa 90’lı yılların ortalarına kadar, cep telefonunun henüz ülkemize girmediği zamanlar, biriyle buluşulacaksa bir gün önceden aranır, saat belirlenirdi. Her iki taraf da dakikse problem olmazdı, ama taraflardan biri gecikirse yapacak hiçbir şey yoktu. En fazla jeton bulup şahsı evden arayabilirdiniz, o kadar.
İşin yoksa bekle dur!
Tamam, teknolojinin geldiği noktayı yaşayarak görmek de güzel ama şimdi ben bunu kalkıp çoluk çocuğa anlatsam bana ne gözle bakarlar emin değilim. Hele de LCD televizyona dokunup iPad muamelesi yapan çoluk çocuğa!
Sokakta, trafikte, lokantada, vapurda şöyle bir bakın etrafınıza. Her üç kişiden üçünün elinde de cep telefonu var. Hatırlar mısınız bilmem, cep telefonunun ülkemize girdiği ilk yıllarda kimde cep telefonu olduğunu anlamak hiç de zor değildi. Zira bu şahıslar taşınabilir telefonu hakkını vermek istercesine ellerinde gezdiriyor, biz de o polis telsizinden hallice cihazlara bakıp özenti ve kıskançlık arası duygulara kapılıyorduk. Çok şükür ki, o günler geride kaldı. Çünkü cep telefonu artık herhangi bir grubun malı değil. Poposuna don alamayanda da, holding patronu olanda da aynı telefondan olabilir. Hal böyle olunca onu ortalara döküp de milletin gözüne sokmanın hiçbir esprisi kalmadı.
Ama bu defa durum başka.
Telefonlar yine elde, çünkü her şey onda! Notlar, mesajlar, postalar, fotoğraflar, şarkılar, daha neler… Telefonlar öyle bir noktaya geldi ki, artık yanınızda yalnızca onun olması yetiyor.
Ama işte olmayınca…
Birden ev telefonu kültüründen geldiğinizi unutuyor, hatta “telefon haberleşme amaçlıdır, sohbet için değil” ilkesine sahip ebeveynlerle büyüdüğünüzü hatırlamıyorsunuz bile!
Hatırlarsanız, Blackberry geçtiğimiz haftalarda küresel bir kriz geçirmişti. İşte o günlerde aynı zamanda çağdaşım olan bir arkadaşım facebook sayfasında durumunu şöyle özetlemiş;
“3 gün boyunca en yakın arkadaşımı kaybetmiş gibi hissettim…”
E ben daha ne diyeyim?
Allah ayırmasın!

11 Ekim 2011 Salı

6 Ekim 2011 Perşembe

Chucky’ nin torunu


“Misafir misafiri istemez, ev sahibi ikisini de” atasözünü an itibariyle güncelliyorum:
“Ev sahibi, misafir üstüne misafire razıdır, yeter ki çocukları olmasın!”

Fazla bencilce oldu, düzeltiyorum; yeter ki çocukları yanlarında olmasın. Kendi evlerinde ne istiyorlarsa yapsınlar ama bizim eve dokunmasınlar. Hoş olan oldu ama artık bundan sonrasına bakacağız.   

Oysa herşey ne de güzel başlamıştı. O kapıdan içeri girerkenki masum duruşu, o utangaç tavırları... Nasıl da tatlıydı.

Yarım saat sonra o çocuk gitti, yerine acayip bir şey geldi; Chucky’ nin torunu!

Ev evlikten çıktı, ben kendimden geçtim, anne baba da tık yok. Yahu bir cıs de, dur de, yapma, etme, otur de, yok!  

Bir ara gözümdeki seğirme tüm bedenime yayılmış olacak ki, anne bir açıklama yapma gereği hissetti.

Efendim, pedagog özellikle rica etmiş; çocuğun üstüne gidilmeyecek, kesinlikle kızılmayacakmış. Üç yaş ergenliği geçiriyormuş, böyle böyle kendini bulacakmış.

Tamam da, çocuğun bu içsel yolculuğu için bizim evi pilot bölge mi seçmiş bu pedagog?

Ayrıca ergenlik dediğin nedir ki? Çocuğumuz yok doğru ama biz de bu halde doğmadık herhalde. Bizim de kendimize göre yolculuklarımız oldu; oldu da kimsenin evini tarumar etmedik.

Daha doğrusu edemedik çünkü bizi, misafirliğe gitmeden önce tembihleyen ve gerekiyorsa tehdit eden ailelerimiz vardı; “her lafa karışmayın”, “ikram edilmeden hiçbir şey yemeyin”, “ortalığı karıştırmayın”, “eşyalara dokunmayın”, “şımarmayın”, “sonra külahları değişmeyelim"...

Ayrıca özellikle annelerimiz, misafirlikte kullanılmak üzere geliştirilen bir dizi kaş göz hareketine sahipti. Kazara sevimsiz bir eylem yapacak olsak anında devreye giren bu hareketlerle muma dönerdik. Daha da ileri gidersek eve dönünce popoya terlik, kalçaya çimdik yerdik.

Şimdiki anne babalar çocuklarını muma döndüreceğine gittikleri ev sahibini deliye döndürüyor.

Çocuğu nasıl büyütürsen büyüt, ben karışmam, senin meselen. Ama, ben görmek istemiyorum gelişimini. Bana dokunuyor. Kırılan, dökülen bir tarafa, çocuk hevesim kaçıyor, tutmak istemiyorum.

İyice gelişsin, üç, beş, on beş yaş, ne kadar ergenlik varsa hepsini geçirsin, huzura ersin, sonra bize gelsin.        

Valla, bekleriz, her zaman!

4 Ekim 2011 Salı

Kız tarafından düğün değerlendirmeleri


Bol düğünlü bir dönemin ardından izlenimlerimi aktarmak farz oldu.

Hemen başlıyorum.
Şimdi efendim, ister kızın, ister darılın ama düğünler kadınlar içindir.
Neden mi?
Şöyle bir düşünün…
Hiç damatlık modeli biriktiren ya da hayal eden bir erkekle karşılaştınız mı? Peki “ben şöyle uzun kuyruklu bir smokin istiyorum” diyen bir damat adayı duydunuz mu?

Tabii ki hayır!

Hâlbuki kadınlar öyle midir?

Gelinlik modeli üzerine tez verecek donanıma sahip arkadaşlar tanıyorum!

Koca adayı olsun olmasın, her kadının hayalinde bir gelinlik vardır. Sorsan “ay yok valla hiç düşünmedim” der ama duy da inanma!

Zaten en çok onlardan korkacaksın!
Hal böyle olunca, kocayı bulup, teklifi de alan kadın, hemen hayallerini süsleyen gelinliği bulmak için harekete geçer. O gelinlikçi benim, bu gelinlikçi de benim der, her yeri gezer, bin tane model dener ve eninde sonunda muradına erer. E gelin bu, olacak o kadar.
Ama inanın bana düğüne davetli bekâr kızların işi gelinden çok daha zordur. Çünkü düğünler bekâr kızlar için sevgili ve dolayısıyla koca adayı edinilecek en iyi ortamlardan biridir. “Bekârlar masası” adlı oluşumun ortaya çıkması boşuna değildir. Bu sebeptendir ki, her genç ve bekâr kız, düğüne “gelin” olan sanki kendisiymiş gibi hazırlanır ve kendisi için bir külkedisi finali hayal eder. Bu kızlar, kendilerini göstermek için gecede en az 20 kere tuvalete gider, oynak parçalarda bir Shakira, bilemedin Asena edasıyla coşar. Ama işte o havalar bitip de, yalnızca eşi olanların arz-ı endam edeceği o malum şarkılar başlayınca, içlerine oturan o mahzunluğu çaktırmamaya çalışarak masalarına dönerler. Az önceki oryantalimsi tiplerin yerini, hanım hanımcık tipler almıştır. Olur da biri, hele de gözlerine kestirdikleri biri, gelip dansa kaldırmak isterse, yüzlerine dans kelimesini ilk kez duyuyormuş gibi bir ifade takınır ve “istemem yan cebime koy” eşliğinde piste çıkarlar. Bu basit bir dans daveti olarak görünse de esasen masadaki diğer bekâr kızlara karşı kazanılmış koca bir zaferdir.  
Diğer tarafta, geceye sevgilisi ya da kocasıyla katılan kadınlar için düğün, şayet arada kuvvetli bir biyolojik ya da hissi bağ yoksa ne yazık ki çiftin mutluluğu paylaşma arzusuna riayet etmenin dışında bir şey değildir. Evli olanlar düğünü kendi düğünleriyle kıyaslayıp kostüm puanlaması yapmakla, henüz evlenmemiş olanlarsa sevgililerine çeşitli imalarda bulunmakla meşguldürler. Kim bilir düğünlerde “biz de mi düğünü burada yapsak?” cümlesi nedeniyle kaç ilişki heba olmuştur.
Hiç şüphesiz düğünlerin en ağır topları kayınvalidelerdir. Kız tarafı olsun, erkek tarafı olsun fark etmez. Bu iki kadın, en az gelin ve o bekâr kızlar kadar düğünde ne giyeceklerinin derdine düşer. Giyecekleri kıyafetleri birbirlerinden sır gibi saklayan dünürlerin ilk karşılaşma anları görülmeye değerdir. Alenen birbirlerini süzen taraflar elbette kıyafetlerine bin tane kusur bulup, burun kıvırırlar. Ama o esnada birbirlerine iltifat üstüne iltifat yağdırırlar. Arada kantarın topuzunu kaçırıp dünürünü bırakıp direk gelini hedef alan ve bu sebepten beyazlara bürünen bir kayınvalideyle de karşılaşmak mümkündür. Onlar için söylenecek pek bir şey yoktur. İmzalar atılmadan önce gelini usulünce uyarmakta fayda olabilir.
Damat mı?

Düğün bitip de sabah olunca, kanındaki alkol oranı hızla düşerken yapılan tüm o tantananın kendisiyle hiçbir ilgisi olmadığını idrak eder. Ne yazık ki idrak edeceği daha çok şey vardır...  

Allah mutlu, mesut etsin! 

29 Eylül 2011 Perşembe

Sigara sigara çay sigara


Tam 12 yıl sigara içtim.
Hem de ne keyifle… Kahvaltıdan sonra, daha elimi bile yıkamadan o paketi elime alışım, o sigarayı çıkarışım… Off ne keyiftir o yemek üstü ilk içe çekiş… Hiç içmeyenler bilmez ama tiryakilerin en bilinen ritüelidir bu.
Yemek sonrası, kahve molası, çay keyfi derken böyle böyle dibi gelir paketin.
Annene kızdın yak, patrona sinirlendin bir tane daha, sevgilin sinir etti tam zamanı. Ohooo, ne dert biter ne sigara.
Ama bu arada biten bir şeyler vardır. Mesela ciğerler elden gider, tip kayar, diş sararır, suratın kararır, nefesin daralır ama mühim değil.
Misal ben püfür püfür tüttürdüm onca yıl ama, “ama” dedim her seferinde, “3 günde 1 paketi ancak bitiriyorum”. E, daha ne olsun; 3 günde 1 paket bitiyorsa günde 3 paket bitirenlere göre durumum şahane!
Ha, bu arada hala tadını bilmem. Ben sigarayı paketten çıkarmayı, yakmayı, elimde tutmayı, “püff” diye üflemeyi sevdim. Ne parmağıma yayılan sarılığı, ne ciğerime bulaşan katranı, ne tam üflemeden önce “hüüp” diye içime çektiğim zehirli dumanı hesaba kattım. Ara ara bıraksam mı acaba diye düşündüm ama pek tutmadım bu fikri. Daha çok sigaranın beni bırakabilme ihtimaline tutundum. En çok da karşıma geçip “bırak şunu” diyenlere sinir, içip içip bıraktıktan sonra ben içerken yanımda yüz buruşturanlara gıcık oldum. Sinir oldukça bir tane daha yaktım, gıcık oldukça suratlarına üfleyesim geldi. Böyle gözlerinin içine baka baka hem de!
Sonra bir gün ne olduysa oldu, pat diye bıraktım. Ne nikotin sakızı, ne bant, ne hipnoz, ne terapi, ne tedavi… Hiçbir şey olmadan. Bir gün, tam da sigaramın ortasına gelmişken, bir ona baktım, bir kül tablasına, sonra çat diye söndürdüm.
Bir gün, iki gün, üç gün…
Hiç istemedi canım. Baktım tam 455 gün olmuş, sonra bıraktım saymayı.
Acayip sinirli olursun, kırar geçirirsin, balon gibi şişersin dediler. Külliyen yalan. Kilo almak bir kenara, verdim bile! Yüzüm gözüm açıldı, dişlerim beyazladı, nefesim ferahladı.
Yani o eski halimden eser yok şimdi!
Yine de sigara içenleri görünce ağzımı açıp tek kelime etmiyorum, saygım sonsuz.
Derler ya tok açın halinden anlamaz diye. Ben onları anlıyorum.
Hiç içenle içmeyen bir olur mu?
Olur mu?
İçin anacım, sigara sigara çay sigara…
Ohh, afiyet, bal ve de şeker olsun!


27 Eylül 2011 Salı

Araba Sevdası

Araba Sevdası, bana uzun yıllar önce okuduğum bir başka kitabı hatırlattı; Patrick Süskind’in Güvercin’ini…

Nedense bir güvercin yüzünden kendini yiyip bitiren Jonathan’la, bir kadın yüzünden günlerini, haftalarını ve hatta aylarını zehir eden Bihruz’u pek birbirlerine benzettim. Çünkü her ikisinde de biraz “fare dağa küsmüş, dağın haberi olmamış” durumu var.   


Elbette Türk edebiyatının ilk gerçek romanı kabul edilen Recaizade Mahmut Ekrem’in bu önemli eseri, bu kadar yüzeysel bir yorumla geçiştirilmemeli. Zira romanda “batılılaşma” uğruna özünden sıyrılmayı görev edinen, medeniyeti sözcüklerinin arasına sokuşturduğu Fransızca kelimelerde arayan, kafasının içinden çok, üstünü başını allayıp pullamaya uğraşan ve hatta arabalarına kendinden daha fazla ehemmiyet veren Bihruz Bey'in yaşadıkları ve dönemin gerçekleri, umutsuz ve bana göre biraz da garip bir aşk hikâyesiyle yumuşatılarak yansıtılıyor.

Diğer Türk klasiklerinde olduğu gibi, Araba Sevdası’nda da yabancı sözcükler bir hayli çok. Neyse ki, Beyaz Balina Yayınları’ndan çıkan kitapta, kelimelerin Türkçeleri parantez içinde verilmiş. Okumayı keyifsizleştirse de, kitabı “okunamama” ve tabii yarım bırakma durumundan kurtarıyor.

Herhalde 10 yıl sonra bana “Araba Sevdası” deseler, “yer aynası” derim. Çünkü romanın başlarında yer alan bu benzetme çok hoşuma gitti. Yer aynası, bir göl, bir deniz ya da aksinizi görebildiğiniz herhangi bir su birikintisi olabilir.  Bir de “uykumak” fiili. Okurken uyuyakalmaktan doğan bir eylem. Buna da bayıldım.

Araba Sevdası, tıpkı Tanpınar’ ın Huzur’ u ve Mehmet Rauf’ un Eylül’ ü gibi lisedeki edebiyat derslerine sıkışan kitaplardan. Adları ve yazarları kafamıza kazınan fakat okumaya teşvik edilmeyen…  
  

7 Eylül 2011 Çarşamba

İstanbullular

İstanbullular, okuduğum ilk Buket Uzuner romanı. Dolayısıyla şu kitabına göre böyle, bu kitabına göre şöyle diyemem. Hem zaten demek de istemem, eleştirmen miyim ben?
Değilim!
Benimki olsa olsa paylaşma hevesi!

Kitap, Atatürk Havalimanı’ nda aynı anda yolları kesişen, değişik kimliklerde bir grup insanı konu alıyor. İçlerinden bir kısmının farklı zamanlarda birbirlerinin hayatlarına da dokunduğu bu insanların her biri, bir şekilde, doğuştan ya da sonradan, İstanbullu olmuş, hepsi İstanbul’a hayran. Ve elbette bir esas oğlan, Ayhan, ve bir esas kız, Belgin, ve doğal olarak bir aşk var. O aşka gelene kadar geçilen yollar, o yollarda karşılaşılan yolcular, o yolcularla yapılan yolculuklar var.
Aklımda kalanlar…
- Yazar karakterleri çok iyi konuşturmuş. Sanki o bölümler kahramanlar tarafından kaleme alınmış kadar gerçek.
- Begin’ in Kete’sine bayıldım, çok samimi ve sahici.
- Tijen Derya içimi acıttı.
- Erol Argunsoy’a uygun görülen sonu gereksiz buldum.
- Belgin’in kuruntuları içimi kuruttu.
- Bazen satır aralarında, bazen de direk verilen mesajları sevmedim.
- Rebul lavanta kolonyasını çok merak ettim.
- İstanbul’ la ilgili bilmediğim çok şey varmış diye hayıflandım.
- 600. sayfada farklı bir şey bulmayı umdum, olmadı.

"Okunmalı mı?" derseniz, karışmam.

İsterseniz okuyun, istemezseniz okumayın. Ben sebep ya da mani olmak istemem.

6 Eylül 2011 Salı

Kadınlar kadınları...


Hani hep kadınlar erkekleri, erkekler de kadınları anlamıyor denir ya, peki, kadınlar kadınları anlayabiliyor mu sizce?

Sanmıyorum…

Anne olmuş bir kadın mesela…
Kendi kızının heyecanlarını, heveslerini, korkularını anlayabiliyor mu? Kendini onun kadar küçültüp, etrafına onun gözünden bakmayı becerebiliyor mu? Anneliğine yedirdiği istekleri, korkuları bir tarafa bırakıp, “analık hakkıyla” yakasına yapışmadan, kendini temize çekme arzusundan arınıp, boşluklarını doldurmaya çalışmadan, kızına yalnızca bir insan, duyguları, hayalleri olan bir insan olarak bakabiliyor mu? Doğrularıyla, yanlışlarıyla var olduğunu unutup, kendi kızının da kendi yolunu bulmasına izin veriyor mu? “Yara almanı istemiyorum, üzülmene dayanamıyorum” derken, ona verilen hayat hakkından her seferinde biraz biraz çaldığını fark ediyor mu? Yoksa anne olmak bunları mı gerektiriyor? Bir kere anne olunca hafıza siliniyor, yaşanmışlıklar unutuluyor mu? Anne olmak içimizdeki kız çocuklarını söküp atıyor mu? Sanki dünyaya “anne” olarak gelmiş gibi davranmaya mı mecbur ediyor bizi? Korumak, bakmak, özgür bırakmak, saygı duymak eylemleri nasıl bu kadar birbirine dolanabiliyor? Yan yana ve nasıl bu kadar uzak olabiliyor?

Ya kayınvalide olmuş bir kadın…

Oğlunun kolunda gelmiş bir kıza bakarken kendisinin de aynı şekilde geldiğini hatırlıyor mu? Yani bir zamanlar bir ana baba kuzusuyken birden “gelin” olduğunu, içinde kopan fırtınaları sahile vurdurmamak için nasıl çırpındığını, bunu yaparken çoğu kez kendinden ayrıştığını anımsıyor mu? Güldüğü zamanların bir kısmında aslında ağladığını, bunu kimselere belli etmemek için nasıl savaştığını unutuyor mu? Bir kocanın karısıyken yaşananlar, bir erkeğin anası olunca şekil mi değiştiriyor? Gelinler ve kaynanalar diye yaratılan iki sınıfın temeli yalnızca bu mu?

Peki, bir adamı çalan kadın?

Tıpkı minareyi çalanların yaptığı gibi kılıfını da hazırlıyor mu? “Kadın” olma hali bu kadar mı ağır basıyor ki “insan” olma halinden vazgeçiyor? O an harcadıklarının kendi emeği yerine bir başkasının biriktirdikleri olduğunu hiç mi fark etmiyor? Yalnızca kalbini çaldığını sandığı adamla beraber, o adamı, o adamı seven öteki kadının hayatını, anılarını, acılarını, sevinçlerini kanata kanata üzerine aldığını hiç mi anlamıyor? Hadi yaşadığı sahteliği, kurmacayı görmüyor, peki bütün bu olup bitenin içinde adi bir hırsız gibi anılmayı da mı dert etmiyor? “Kadın” olmak böyle bir şey mi? Yalnızca “kadın” olmak…       

Sahi, kadınlar kadınları anlayabiliyor mu sizce…

5 Eylül 2011 Pazartesi

Pazartesi' nin suçu ne?


Nasıldı şu şarkı?
“They call it stormy Monday, but Tuesday's just as bad
Wednesday's worse, and Thursday's also sad”
Yani Türkçesi; Pazartesi’ ye fırtınalı derler ama Salı’nın da ondan aşağı kalır yanı yoktur. Ayrıca Çarşamba daha kötü ve Perşembe de üzücüdür…
Evet, böyle diyordu T-Bone Walker şarkısında ve ben de diyorum ki; 9 koca tatil gününün ardından şu saatlerde çoktan mesaisine ve kuvvetle muhtemel mızmızlanmaya başlamış olan yurdum insanı, sence de artık şu “pazartesi sendromu” masalını bitirmenin vakti gelmedi mi?
“Mazeretim var, bugün git yarın gel” diyorsan, seni yukarıdaki dizeleri tekrar okumaya davet eder, üstüne bir de “salı sallanır, çarşamba çarşafa dolanır, perşembe perişan olur” deyiveririm.
E, artık anlamazsan ayıp valla!
Taa, geçen hafta cuma günü gittiğin tatilin Pazartesi’sini, pazartesi olduğunu bile anlamadan geçir, gez, toz, gününü gün et, ondan sonra bugün gel, zavallı Pazartesi'yi sendromlu ilan et!
Üzgünüm ama sorun Pazartesi’de değil sende!
Yılda 52, ayda 4, haftada 1 de olsa ve aralarında hiç fark yokmuş gibi görünse de, aslında her Pazartesi yeni bir başlangıç ve esasen filmin koptuğu nokta da burası. Çünkü psikologlara göre, ne olursa olsun başlangıçlar sahip oldukları belirsizlikler ve bunların yol açtığı stres nedeniyle bünyeyi zorluyor. Bünye sahipleri de durumu kotarmak ve çok fazla hasar almamak adına durumdan bir tereyağı ve o tereyağından da bir kıl çıkarıveriyorlar.
Hem de büyük bir ustalıkla!
Tıpkı, ister 2 gün süren hafta sonu tatili, isterse 9 günlük bayram tatili olsun,hemen arkadan gelen Pazartesi’yi hiç suçu günahı yokken hastalıklı yaptıkları gibi…
Şöyle bir düşünürsen, tahrip gücü yüksek diğer başlangıçlara da, bkz. yeni iş, evlilik, doğum, askerlik, taşınma, okula başlama, korunma amacıyla, kolayca ve çoğu kez de şuursuzca nasıl kılıflar uydurulduğunu bulabilirsin.
Sinir patron, çorabını yerde bırakan koca, lohusasal nöbet, arızalı komutan konuyla ilgili hatırıma gelen ilk tamlamalar.
Liste böyle uzar gider…
Çünkü hayat devam ettikçe ne başlangıçlar biter, ne de insanoğlu ve kızının bahaneleri…
Nasıldı şu şarkı?
“Yoktur üstüne senin, güzeli çirkin yapmakta, suçuysa dünyaya atmakta”.

29 Ağustos 2011 Pazartesi

Bayram çekirdeği

 

Oldum olası kalabalık ailelere özenmişimdir. İnsanoğlu işte, kendinde ne yoksa onu ister. Fazlasıyla çekirdek bir ailenin mensubu olarak, ne zaman bol halalı, teyzeli, amcalı bir aile görsem içim cız eder.
Ama en çok da bayramlarda!
Çünkü çekirdek ailenin bayramı hep biraz buruk, daha çok da trajikomik geçer.
Sabah “bırak dağınık kalsın” kılıklarıyla, hiçbir şey yokmuş gibi kahvaltı eden ev ahalisi, kahvaltının hemen ardından bir süreliğine ortadan kaybolur. Bu süre zarfında afyonunu patlatıp, günün anlam ve önemini kavrayan bireyler, çok geçmeden süslenmiş püslenmiş olarak teker teker ortaya çıkar. Salonda yan yana dizilip beklemeye başlamalarıyla bayramlaşmanın çıkış sinyali verilmiş olur. En fazla üç dakika süren öpüşme, sarılma ve kutlamadan oluşan “bayramlaşma” hadisesinin ardından evin küçüğü, aile bireylerine çikolata ikram eder. O esnada, aile arasında şakalaşmalar, kıkırdamalar falan olur. Bu hissiyat ortamında ahbaplarla yapılan telefon görüşmeleri ve kısacık mesajlaşmalarla birlikte ailenin adrenalin ortalaması epey yükselir. 
Ama bir yere kadar…
Bir kere, her çekirdek aile üyesi çok iyi bilir ki, bayram boyunca kapılarına gelenler ya şeker toplayan çocuklar, ya davulcu ya da başkasına gelip yanlışlıkla zili çalan şaşkınlardır. Ama nedense, evde, sanki hep birileri gelecek de ortalık şenlenecekmiş gibi bir hava, bir de her kapı çalındığında oluşan manasız bir heyecan vardır. Hal böyleyken ne o giyilen kıyafetler çıkarılır, ne de evden dışarı çıkılır.
Bir süre sonra bu acayip bekleyişle sıkıntı sahibi olan aile fertlerinde yeme içme isteği uyanır. Ama henüz kimsenin bayramlaşmaya gelmediği bir evde bunu yapmak hiç de kolay değildir.
Bayram çikolataları dahil, mutfaktaki her şey hiç gelmeyecek misafirlerindir. Çekirdek ana tarafından ambargo konulmuş yiyecekleri yemek bir yana, tırtıklamak bile hayaldir. Çok zorlanırsa, bir ihtimal,  kuşyeminden hallice bir iki parça koparılabilir ama görüp görülecek nimet o olur.
Hem evde grand tuvalet oturup, hem de mutfaktaki onca yemekten mahrum kalmanın etkisiyle bunalan yavru çekirdekler çok geçmeden kendilerini titreşim moduna alırlar. Usul usul dışarı çıkma hayalleri kurmaya başlayan bu zavallılar, baba çekirdek tarafından uğradıkları hışımla oldukları yere mıhlanırlar.
Bir süre sonra “bu saatten sonra gelen giden olmaz” denir ve işte o an, özellikle yavru çekirdeklerin kelimelerle tarif edemeyecekleri andır. Üzerlerine rahat bir şeyler alan aile bireyleri, şuursuzca mutfağa seğirtip adeta kıtlıktan çıkmışçasına böreklere, dolmalara yumulurlar. Bu sırada ana çekirdeğin tedbiri elden bırakmayan halleri gözden kaçmaz. Böreğin ortasıyla, dolmaların kalem gibi olanları yine gelmeyecek misafirler için bir kenara ayrılır.
Birinci gün, Türk televizyonlarının vazgeçilmez bayram klasiği olan bir Yeşilçam komedisiyle nihayete erdirilir.
Sonraki günler, aile nispeten daha rahattır. Ne de olsa ilk günün şoku atlatılmış, gerçek acı da olsa idrak edilmiştir.
Ana çekirdek, sakladığı besinlerin bozulacağı endişesiyle, neredeyse yoldan geçeni kolundan tutup mutfağa sokacak kıvama gelirken, baba çekirdek, yavaş yavaş içindeki gelenekçi kişilikten kurtulur.
Ama olan yavru çekirdeklere olur…
Onlar, bundan sonra bayramı, annelerinin yemek, babalarının tat, kendilerinin de oflaya puflaya sık sık hava kaçırdığı, bir zaman olarak hatırlayacak, bayramın gelmesini hiç istemeyecek, bayram yaklaştıkça fobik reaksiyonlar geliştireceklerdir. Tabii bir de, o beklenip de gelmeyen misafirlerle, yarım saat arayla zili çalıp insanı sebepsiz yere umutlandıran bacaksızlara karşı nahoş duygulara sahip olacaklardır.
Eee, ne demişler?
Hekimden sorma, çekenden sor!      
İyi bayramlar!
    
   

24 Ağustos 2011 Çarşamba

Yıldız savaşları

Bir süredir bir gariplik var üstümde.
Büyük bir hevesle başladığım bir işi bir o kadar bıkkınlıkla bırakıyor, süper neşeli halimden, aniden hiper tansiyon moduna geçiveriyorum. Evden dışarı çıkmak istemiyor, çıkınca da dönmek bilmiyorum. Mütemadiyen tıkınmak istiyor, beşinci lokmadan sonra yemek görmek istemiyorum. Sabahın köründe spor yapmak için uyanıp, aynı hızla yatıp öğlene kadar uyuyorum. Bir gün önce bayıldığım bir şeye karşı, bir gün sonra hiçbir şey hissetmiyorum. (bkz. Beyaz’ın psikopat tiplemesi).
Anlayacağınız bir öyleyim, bir böyleyim. İşte bildiğiniz dengesizim.
Nedenine gelince…
Mevsim geçişi olabilir. Belki de şiddetle esen poyrazdır.  Hani ne olsa derler ya, “havadan, havadan…”.
Östrojen seviyem inmiş ya da çıkmış olabilir, hakikaten bilemeyeceğim. Kendisi benden bağımsız hareket ediyor, ama ceremesini ben çekiyorum, o ayrı.
Depresyon desem yeterli veri yok!
Ama tüm bunların dışında şüphelendiğim bir şey daha var…
Korkarım, yükselenim kendini burcum sanıyor!
Valla saçmalamıyorum, gayet ciddiyim.
Ben bu astroloji meselesine kafayı takan, sabah, gazetedeki burç yorumunu okumadan sokağa adım atmayan, eşini dostunu burcuna göre atayan bir kişilik olmadım hiç. Denk gelirse bakarım tabii ama o kadar işte. Ayrıca hayatımın yarısını yükselen burcumu bilmeden geçirdim. Öğrendiğimde de “aman ya, yükselen de neymiş, var işte bir tane burcumuz, o yeter!” dedim, geçtim.
Tabii bu, hiç de yeni bir bilgi olmayabilir ama meğer ne önemliymiş bu yükselen burç!
Bilenler bilir; yükselen burç hesaplanırken doğum saati esas alınır. İşte tam o dakikada hakikaten bir burç yükselirmiş, artık bahtına ne çıkarsa! İşte o senin yükselen burcun oluyor ve benden sana tavsiye; al onu pamuklara sar, iyi bak. Zira attığın her adımda ondan izler olacak, verdiğin her kararın fonunda hep o sırıtacak. Yani hayatın onun ellerinde, ona göre!
Ama ben ne yaptım?
Yıllarca merak edip bakmadığım gibi, öğrendikten sonra da hiç oralı olmadım. Haliyle de, bu yedek kulübe muamelesi patlak verdi.  
E, tabii bir yere kadar!
Şimdi bütün ağırlığını koydu ortaya, açık açık meydan okuyor!
Bir nevi, karşıma geçip “sen kendini çalışkan, kararlı, istekli ve sabırlı Oğlak sanmaya devam et, ama maalesef değişken, kararsız, huzursuz ve havai bir İkizlersin" diyor!  
Korkuyorum!
Yıldız savaşlarının ortasında kaldım.

Ayrıca yıllarca bağrıma bastığım burcumun sinip köşeye çekilmesine de acayip bozuluyorum.
Daha fenası; Çin astrolojisine göre de Maymun çıktım.
Artık bundan sonra olacakları düşünmek bile istemiyorum!  

22 Ağustos 2011 Pazartesi

Hastalıkta ve sağlıkta!

Yaz mevsiminde klimasız bir arabadan daha kötüsü ne biliyor musunuz?

Klimalı bir araba yüzünden hasta olmak!

Resmen çarpıldım. Bütün hafta sonu elimi, kolumu oynatmadan karpuz gibi yatıp televizyon seyrettim.



Aslında önce, fırsattan istifade, izlenmesi gereken filmler listemi hafifleteyim dedim. Fakat evdeki teçhizat henüz dvdyi alıp sonra da onu cihaza yerleştirmeye yetmediği için bu projem bir kez daha ertelenmiş oldu. Hemen ardından daha az kol gücü gerektiren kitap okuma hevesine tutuldum. Bu sefer de, akan burun, yaşaran göz ve gıcıklanan boğaz üçlüsü tekerime taş koydu.

Velhasılıkelam, başparmağıma bel bağlayıp, elimde uzaktan kumanda, teslim oldum televizyona.

İnsan hastayken ya zaman geçmiyor ya da vücut arızalı olduğu için algılama yavaşlıyor. Zira kanepede geçirilen iki günden sonra, kendimi toparlayıp ayağa kalktığımda, günlerce uyutulmuşum gibi hissettim.

Neden sonra anladım böyle hissetmemin nedenini; tabii ki televizyon!

“Aaa, yok ben hiç televizyon seyretmiyorum, hayatta dizi mizi takip etmem” gibi bir iddiam yok. Gayet de güzel izler, eğlenir, neşeme bakarım. Ama işte, o kadar uzun süre seyredilince bu arkadaş, gösteriyor gerçek yüzünü.

Bir kere “saçma” ya da “acayip” sınıfına koyduğunuz programları yaklaşık 30 saniye izledikten sonra 31. saniyede neler olacağını merak etmeye başlıyorsunuz. Zıp zıp zap yaparken yavaş yavaş bütün o gördüklerinizi içselleştiriyor, daha çok da normalleştiriyorsunuz. Giderek garipsemekten uzaklaşıyor, daha çok uyuşuyor, hissizleşiyor ve tembelleşiyorsunuz.     

Amerika’da yapılan bir araştırma sonuçlarına göre mutlu insanlar televizyon izlemiyor. Mutlu insanların, yaptıkları aktiviteler ile mutluluk arasındaki ilişkinin incelendiği araştırmada, uyumsuz sonuç veren tek aktivite televizyon izlemek!

Aslında araştırmacı,  televizyona yapışıp kalmak sizi daha mutsuz eder ya da televizyonu kapattığınızda daha mutlu olursunuz demiyor ama şunu da söylemeden edemiyor:

“Zamanının çoğunu televizyon izleyerek geçirenler, bunu yapmayanlara oranla daha az mutlular!”

Gelelim Türkiye’ye...

Araştırmalara bakılırsa mutluluktan uçuyoruz!

Türkiye İstatistik Kurumu tarafından yapılan “Aile Yapısı” araştırmasına göre Türkiye’de bireylerin yalnızca %3,4’ü televizyon izlemiyor.

Radyo Televizyon Üst Kurulu tarafından yapılan “Kadınların Televizyon İzleme Eğilimleri” araştırmasına göre ise kadınların %60’ı her gün 2 ya da 5 saat televizyon izliyor. Üstelik yaş, medeni durum, eğitim, meslek fark etmiyor.

E, televizyon da affetmiyor!

Şimdi gelelim benim analizime; verileri toparlıyorum.

Mutsuz insanlar televizyon izliyor. Türkiye’de yalnızca 3 milyon kişi televizyon izlemiyor.

Yani, “şu anda 70 milyon bizi izliyor” durumu yalan değil!   

İyi seyirler...