30 Ağustos 2011 Salı

29 Ağustos 2011 Pazartesi

Bayram çekirdeği

 

Oldum olası kalabalık ailelere özenmişimdir. İnsanoğlu işte, kendinde ne yoksa onu ister. Fazlasıyla çekirdek bir ailenin mensubu olarak, ne zaman bol halalı, teyzeli, amcalı bir aile görsem içim cız eder.
Ama en çok da bayramlarda!
Çünkü çekirdek ailenin bayramı hep biraz buruk, daha çok da trajikomik geçer.
Sabah “bırak dağınık kalsın” kılıklarıyla, hiçbir şey yokmuş gibi kahvaltı eden ev ahalisi, kahvaltının hemen ardından bir süreliğine ortadan kaybolur. Bu süre zarfında afyonunu patlatıp, günün anlam ve önemini kavrayan bireyler, çok geçmeden süslenmiş püslenmiş olarak teker teker ortaya çıkar. Salonda yan yana dizilip beklemeye başlamalarıyla bayramlaşmanın çıkış sinyali verilmiş olur. En fazla üç dakika süren öpüşme, sarılma ve kutlamadan oluşan “bayramlaşma” hadisesinin ardından evin küçüğü, aile bireylerine çikolata ikram eder. O esnada, aile arasında şakalaşmalar, kıkırdamalar falan olur. Bu hissiyat ortamında ahbaplarla yapılan telefon görüşmeleri ve kısacık mesajlaşmalarla birlikte ailenin adrenalin ortalaması epey yükselir. 
Ama bir yere kadar…
Bir kere, her çekirdek aile üyesi çok iyi bilir ki, bayram boyunca kapılarına gelenler ya şeker toplayan çocuklar, ya davulcu ya da başkasına gelip yanlışlıkla zili çalan şaşkınlardır. Ama nedense, evde, sanki hep birileri gelecek de ortalık şenlenecekmiş gibi bir hava, bir de her kapı çalındığında oluşan manasız bir heyecan vardır. Hal böyleyken ne o giyilen kıyafetler çıkarılır, ne de evden dışarı çıkılır.
Bir süre sonra bu acayip bekleyişle sıkıntı sahibi olan aile fertlerinde yeme içme isteği uyanır. Ama henüz kimsenin bayramlaşmaya gelmediği bir evde bunu yapmak hiç de kolay değildir.
Bayram çikolataları dahil, mutfaktaki her şey hiç gelmeyecek misafirlerindir. Çekirdek ana tarafından ambargo konulmuş yiyecekleri yemek bir yana, tırtıklamak bile hayaldir. Çok zorlanırsa, bir ihtimal,  kuşyeminden hallice bir iki parça koparılabilir ama görüp görülecek nimet o olur.
Hem evde grand tuvalet oturup, hem de mutfaktaki onca yemekten mahrum kalmanın etkisiyle bunalan yavru çekirdekler çok geçmeden kendilerini titreşim moduna alırlar. Usul usul dışarı çıkma hayalleri kurmaya başlayan bu zavallılar, baba çekirdek tarafından uğradıkları hışımla oldukları yere mıhlanırlar.
Bir süre sonra “bu saatten sonra gelen giden olmaz” denir ve işte o an, özellikle yavru çekirdeklerin kelimelerle tarif edemeyecekleri andır. Üzerlerine rahat bir şeyler alan aile bireyleri, şuursuzca mutfağa seğirtip adeta kıtlıktan çıkmışçasına böreklere, dolmalara yumulurlar. Bu sırada ana çekirdeğin tedbiri elden bırakmayan halleri gözden kaçmaz. Böreğin ortasıyla, dolmaların kalem gibi olanları yine gelmeyecek misafirler için bir kenara ayrılır.
Birinci gün, Türk televizyonlarının vazgeçilmez bayram klasiği olan bir Yeşilçam komedisiyle nihayete erdirilir.
Sonraki günler, aile nispeten daha rahattır. Ne de olsa ilk günün şoku atlatılmış, gerçek acı da olsa idrak edilmiştir.
Ana çekirdek, sakladığı besinlerin bozulacağı endişesiyle, neredeyse yoldan geçeni kolundan tutup mutfağa sokacak kıvama gelirken, baba çekirdek, yavaş yavaş içindeki gelenekçi kişilikten kurtulur.
Ama olan yavru çekirdeklere olur…
Onlar, bundan sonra bayramı, annelerinin yemek, babalarının tat, kendilerinin de oflaya puflaya sık sık hava kaçırdığı, bir zaman olarak hatırlayacak, bayramın gelmesini hiç istemeyecek, bayram yaklaştıkça fobik reaksiyonlar geliştireceklerdir. Tabii bir de, o beklenip de gelmeyen misafirlerle, yarım saat arayla zili çalıp insanı sebepsiz yere umutlandıran bacaksızlara karşı nahoş duygulara sahip olacaklardır.
Eee, ne demişler?
Hekimden sorma, çekenden sor!      
İyi bayramlar!
    
   

24 Ağustos 2011 Çarşamba

Yıldız savaşları

Bir süredir bir gariplik var üstümde.
Büyük bir hevesle başladığım bir işi bir o kadar bıkkınlıkla bırakıyor, süper neşeli halimden, aniden hiper tansiyon moduna geçiveriyorum. Evden dışarı çıkmak istemiyor, çıkınca da dönmek bilmiyorum. Mütemadiyen tıkınmak istiyor, beşinci lokmadan sonra yemek görmek istemiyorum. Sabahın köründe spor yapmak için uyanıp, aynı hızla yatıp öğlene kadar uyuyorum. Bir gün önce bayıldığım bir şeye karşı, bir gün sonra hiçbir şey hissetmiyorum. (bkz. Beyaz’ın psikopat tiplemesi).
Anlayacağınız bir öyleyim, bir böyleyim. İşte bildiğiniz dengesizim.
Nedenine gelince…
Mevsim geçişi olabilir. Belki de şiddetle esen poyrazdır.  Hani ne olsa derler ya, “havadan, havadan…”.
Östrojen seviyem inmiş ya da çıkmış olabilir, hakikaten bilemeyeceğim. Kendisi benden bağımsız hareket ediyor, ama ceremesini ben çekiyorum, o ayrı.
Depresyon desem yeterli veri yok!
Ama tüm bunların dışında şüphelendiğim bir şey daha var…
Korkarım, yükselenim kendini burcum sanıyor!
Valla saçmalamıyorum, gayet ciddiyim.
Ben bu astroloji meselesine kafayı takan, sabah, gazetedeki burç yorumunu okumadan sokağa adım atmayan, eşini dostunu burcuna göre atayan bir kişilik olmadım hiç. Denk gelirse bakarım tabii ama o kadar işte. Ayrıca hayatımın yarısını yükselen burcumu bilmeden geçirdim. Öğrendiğimde de “aman ya, yükselen de neymiş, var işte bir tane burcumuz, o yeter!” dedim, geçtim.
Tabii bu, hiç de yeni bir bilgi olmayabilir ama meğer ne önemliymiş bu yükselen burç!
Bilenler bilir; yükselen burç hesaplanırken doğum saati esas alınır. İşte tam o dakikada hakikaten bir burç yükselirmiş, artık bahtına ne çıkarsa! İşte o senin yükselen burcun oluyor ve benden sana tavsiye; al onu pamuklara sar, iyi bak. Zira attığın her adımda ondan izler olacak, verdiğin her kararın fonunda hep o sırıtacak. Yani hayatın onun ellerinde, ona göre!
Ama ben ne yaptım?
Yıllarca merak edip bakmadığım gibi, öğrendikten sonra da hiç oralı olmadım. Haliyle de, bu yedek kulübe muamelesi patlak verdi.  
E, tabii bir yere kadar!
Şimdi bütün ağırlığını koydu ortaya, açık açık meydan okuyor!
Bir nevi, karşıma geçip “sen kendini çalışkan, kararlı, istekli ve sabırlı Oğlak sanmaya devam et, ama maalesef değişken, kararsız, huzursuz ve havai bir İkizlersin" diyor!  
Korkuyorum!
Yıldız savaşlarının ortasında kaldım.

Ayrıca yıllarca bağrıma bastığım burcumun sinip köşeye çekilmesine de acayip bozuluyorum.
Daha fenası; Çin astrolojisine göre de Maymun çıktım.
Artık bundan sonra olacakları düşünmek bile istemiyorum!  

22 Ağustos 2011 Pazartesi

Hastalıkta ve sağlıkta!

Yaz mevsiminde klimasız bir arabadan daha kötüsü ne biliyor musunuz?

Klimalı bir araba yüzünden hasta olmak!

Resmen çarpıldım. Bütün hafta sonu elimi, kolumu oynatmadan karpuz gibi yatıp televizyon seyrettim.



Aslında önce, fırsattan istifade, izlenmesi gereken filmler listemi hafifleteyim dedim. Fakat evdeki teçhizat henüz dvdyi alıp sonra da onu cihaza yerleştirmeye yetmediği için bu projem bir kez daha ertelenmiş oldu. Hemen ardından daha az kol gücü gerektiren kitap okuma hevesine tutuldum. Bu sefer de, akan burun, yaşaran göz ve gıcıklanan boğaz üçlüsü tekerime taş koydu.

Velhasılıkelam, başparmağıma bel bağlayıp, elimde uzaktan kumanda, teslim oldum televizyona.

İnsan hastayken ya zaman geçmiyor ya da vücut arızalı olduğu için algılama yavaşlıyor. Zira kanepede geçirilen iki günden sonra, kendimi toparlayıp ayağa kalktığımda, günlerce uyutulmuşum gibi hissettim.

Neden sonra anladım böyle hissetmemin nedenini; tabii ki televizyon!

“Aaa, yok ben hiç televizyon seyretmiyorum, hayatta dizi mizi takip etmem” gibi bir iddiam yok. Gayet de güzel izler, eğlenir, neşeme bakarım. Ama işte, o kadar uzun süre seyredilince bu arkadaş, gösteriyor gerçek yüzünü.

Bir kere “saçma” ya da “acayip” sınıfına koyduğunuz programları yaklaşık 30 saniye izledikten sonra 31. saniyede neler olacağını merak etmeye başlıyorsunuz. Zıp zıp zap yaparken yavaş yavaş bütün o gördüklerinizi içselleştiriyor, daha çok da normalleştiriyorsunuz. Giderek garipsemekten uzaklaşıyor, daha çok uyuşuyor, hissizleşiyor ve tembelleşiyorsunuz.     

Amerika’da yapılan bir araştırma sonuçlarına göre mutlu insanlar televizyon izlemiyor. Mutlu insanların, yaptıkları aktiviteler ile mutluluk arasındaki ilişkinin incelendiği araştırmada, uyumsuz sonuç veren tek aktivite televizyon izlemek!

Aslında araştırmacı,  televizyona yapışıp kalmak sizi daha mutsuz eder ya da televizyonu kapattığınızda daha mutlu olursunuz demiyor ama şunu da söylemeden edemiyor:

“Zamanının çoğunu televizyon izleyerek geçirenler, bunu yapmayanlara oranla daha az mutlular!”

Gelelim Türkiye’ye...

Araştırmalara bakılırsa mutluluktan uçuyoruz!

Türkiye İstatistik Kurumu tarafından yapılan “Aile Yapısı” araştırmasına göre Türkiye’de bireylerin yalnızca %3,4’ü televizyon izlemiyor.

Radyo Televizyon Üst Kurulu tarafından yapılan “Kadınların Televizyon İzleme Eğilimleri” araştırmasına göre ise kadınların %60’ı her gün 2 ya da 5 saat televizyon izliyor. Üstelik yaş, medeni durum, eğitim, meslek fark etmiyor.

E, televizyon da affetmiyor!

Şimdi gelelim benim analizime; verileri toparlıyorum.

Mutsuz insanlar televizyon izliyor. Türkiye’de yalnızca 3 milyon kişi televizyon izlemiyor.

Yani, “şu anda 70 milyon bizi izliyor” durumu yalan değil!   

İyi seyirler...

18 Ağustos 2011 Perşembe

Sen de mi Harry!'



Galler Prensi Harry, bir süredir birlikte olduğu model  Florence Brudenell-Bruce’dan ayrılmış. Gerekçesi ise, ilişkisi yüzünden kariyerine yeterince konsantre olamamasıymış! Bu konsantre olayında kızın iç çamaşırı ve bikini mankeni olması ne kadar etkili bilemeyeceğim ama bari sen yapma Harry!

Koskoca Prenssin, yarın öbür gün, babaannen göçüp gidince, tabii tahtı da götürmezse, kral olacaksın ve biz seni ucuz bahanelerin arkasına saklanan sıradan bir erkek olarak hatırlayacağız.

Cık, cık cık, olmadı, yakıştıramadım!

Prens olmasan, belki “sen benden daha iyilerine layıksın” falan da diyebilirdin, ama herhalde sen de durumun farkındasın ki böyle bir cümle zikretmemişsin.

Buna da şükür!

Yani üzerine bin tane film yapıldı, bin yıldır da geyiği döner ama erkek erkek olmaktan vazgeçmiyor anacığım.

Prens olsa bile!

Filmlerde kötü adamlar vardır ya, sonra mutlaka filmin bir yerinde karakterin “ben böyle değildim, yaşarken oldum”  açıklamasını etkili biçimde anlatan geri dönüşler verilir. Biz de hemen, “aman, kız yazık, bak adam çocukluğunda babası tarafından odunla dövüldüğü için şimdi kadınlara böyle davranıyor” der, acır, bağrımıza basarız. Ondan sonra ne yapsa görmez gözümüz, çünkü biliriz ki adamın sadomazomsu davranışlarının haklı bir nedeni vardır.

İşte erkeklerin de yaptığı bundan farklı değil. Yüz gün peşinden koşup, seni ikna etmek için neredeyse David Copperfield olur, havada uçar, ondan sonra aniden hevesi kaçıp sıkılınca, bunu oturup açık açık söyleyeceğine, kendini şekilden şekle sokar.

Öyle bir konuşma yapar ki, karşındaki Prens Harry de olsa, o an için sen kendini Kraliçe Elizabeth sanırsın.
Ama işte o an için…
Yok işime konsantre olamıyorum, yok kafam karışık, yok o, yok bu. Tabii bu arada sık sık “sorunun sende değil onda olduğunu” söylemeyi de ihmal etmez.

Adam yanından ayrılınca ilk yarım saat ne olduğunu anlayamazsın. Hatta dersin ki, “vay be, ben neymişim!”. Ondan sonra yavaş yavaş böyle bir seğirme, ufaktan bir ter basma falan başlar. Hah, işte senin kavrama noktan o an!
Geçmiş olsun!
Peki, ne yapmalı?
Baktın, adam başladı konuşmaya, hemen hatırla!
Kayıp Balık Nemo filminde, balıkları yememek için kendini sürekli telkin eden köpekbalığı ne diyordu:
“Onlar yemek değil, dost, onlar yemek değil dost”
Sen de, hiç durmadan tekrar et:
“Bunlar gerçek değil, yalan, bunlar gerçek değil yalan!”

        

17 Ağustos 2011 Çarşamba

Ofiste aşna fişne

Başlığın altını, yaşanmış ya da yaşanıldığı iddia edilen bir hikâye ile doldurmak isterdim ama maalesef bu, sol alt köşede (ve hemen sağda) gördüğünüz, henüz bitirmiş olduğum kitabım In Office Hours/Mesai Saatlerinde’nin konusu.
Roman, iki kadın etrafında dönüyor.

Bunlardan biri Stella. 44 yaşında, evli, 2 çocuklu ve üst düzey yaşayan bir üst düzey yönetici. Diğeri Bella. 27 yaşında, oldukça güzel ve bir o kadar da zeki. Üst düzey bir yöneticinin asistanı. Yazık ki üniversite yıllarında anne sözü dinlemeyerek takıldığı adamdan bir de kızı var ve elbette adam yanında değil. Yani, kendisi bir “bekâr anne”.
İkisi de Londra’da bulunan Atlantik Enerji’de çalışıyor.
Ama esasen elleri işte gözleri oynaşta!
Stella, stajyeri Rhys’la, Bella ise poposunu topladığı evli patronu James’le birlikte olmaya başlıyor. İşte bu noktadan sonra işler karışıyor. İki kadın da tüm sahip olduklarını ve elbette olacaklarını tehlikeye atıp kendilerini bir bilinmezliğe bırakıyor.
Önce tatlı tatlı karınları ağrıyor, sonra başları. Sancılar, gelgitler hiç eksik olmuyor hayatlarından. Dışarıdan bakıldığında asla anlaşılamayan ve aslında kendilerinin de anlayamadıkları, akla gelebilecek ve hatta gelmeyecek her yerde dakikalarla sınırlandırılmış sevişmeler, e-postalara eklenen öfkeler, hüzünler ve telefon mesajlarına endeksli kalp atışlarıyla bezeli, garip ve gerilimli bir ilişki içinde kendilerini tanımaya çalışıyorlar.
Stella, hayatı boyunca hep başarılı olmanın kendisine nasıl faturalar kestiğini, ruhunda, kalbinde ve zihninde ne kadar çok açılmamış çekmece olduğunu bu sırada öğreniyor.

Bella ise ne hissettiğinden çok, nasıl hissettirildiğiyle ilgileniyor. Yalnızca mutlu olduğu zamanlarda asılı kalıp, özlemleriyle, hayalleriyle biçtiği büyük beden elbiseleri ısrarla karşısındaki adama giydirmeye çalışıyor.    
Gelelim Rhys ve James’e. Bazen çok cesur, bazen çok korkaklar. Bazen fazlasıyla duyarlı, bazen küfür ettirecek kadar düşüncesiz. Çoğu zaman da anlaşılmaz.
Sonra neler mi oluyor?
Belki okursunuz, anlatmayayım.
Aynı zamanda Financial Times'ın köşe yazarı olan Lucy Kellaway’in ikinci kitabı In Office Hours, eğlenceli ve sürükleyici bir roman.

Köşesinde iş hayatı ve yönetimle ilgili yazılar yazan ve haftanın bir günü "Dear Lucy" başlığı altında okuyucularının iş yaşamı sorunlarına yer veren ve onları tıpkı "Güzin Abla" gibi yönlendiren Kellaway' in, roman referans alındığında, oldukça iyi bir gözlemci olduğu da çok açık.  

Ne yazık ki kitabın Türkçesine rastlamadım ama İngilizce kitap okuyorsanız kaçırmayın derim.

16 Ağustos 2011 Salı

Homini, pufidi, tumba!

Geçtiğimiz Şubat ayında, Anadolu Üniversitesi tarafından Türk insanının tatil alışkanlıklarıyla ilgili yapılan araştırma bulgularına göre, Türkler için mükemmel tatil; deniz, güneş, kum üçlemesine eşlik eden yeme içme etkinlikleri dışında hiçbir şey yapmamakmış. 

Yani, varsa yoksa homini, pufidi, tumba!



Geçen yıl başlattığım “sağlıklı yaşam harekâtı” çerçevesinde sigarayı bırakan, organizmanın bu boşluğu doldurma çabasıyla aldığı kiloları itinayla geri veren, "30'undan sonra düzenli spor şart” deyip, demekle kalmayıp hemen icraata geçen biri olarak, o günden beri yaptığım tatillerde de kendimi kaybetmemeye özen gösteriyorum.

Ama, henüz döndüğüm şu kısacık tatilimde bir kez daha anladım ki etraf kötü!

Bireysel olarak kendini tutuyorsun da, kitlesel faaliyetlerde külliyen çuvallıyorsun. Sen yemem desen de eşin, dostun ziyadesiyle götürüyor. Bunca zaman bir dilim kepek ekmeği ile bir kibrit kutusu büyüklüğündeki peynirle doyan mide, doymayan gözle yarışamayınca, bir noktadan sonra haliyle bir çözülme oluyor.

“Amaaaaann”, diyorsun, “40 yılda bir tatile geldim!”

Yemezler!

Bana kalırsa, tatilde, insana ya bütün o mideye indirilenlerin hiç kalori muhteva etmediği ve vücudun yağ kitlesini teğet geçtiği gibi bir his ya da bir şuursuzluk hâsıl oluyor. Yoksa, bu mütemadiyen yeme içme durumu başka türlü açıklanamaz. Öyle sık aralıklarla öyle alakasız şeyler tüketiliyor ki, gören de uzun süredir aç bırakıldığınızı sanır.

Hayır, deli gibi yüzülse falan, bu, olsa olsa kaybedilen enerjiyi yerine koyma çabasıdır diyeceğim ama o da değil! Zira üç tarafı denizlerle çevrili güzel ülkemin güzel insanlarının deniz alışkanlıkları da bir acayip.

Yalnızca kıyıda durup, uzun uzun düşündükten sonra vazgeçenler, ayağını sokup belli bir seviyeye gelene kadar, genelde kaba ettir o seviye, ıslanıp, üşüyüp geri dönenler, yürüyenler ve deniz ortasında öylece dikilenler… Ha, bir de iskeleden koşup koşup atlayanlar var. Yok yok, koşup koşup atlayan ve tırmanıp tekrar atlayanlar. Ama bütün bu saydıklarımın içinde en fazla enerji harcayanlar onlar bence. Çünkü, koşarken kaymamak, atlarken çakılmamak gibi kaygılardan ötürü vücutta strese bağlı bir bitkinlik oluşabilir. Bir de yılların eskitemediği bir deve güreşi geleneğimiz var. “Hala mı?” demeyin, valla yakinen tanık oldum. Onlar da fena güç sarf etmiyorlar hani.

Yine de bütün bunların, ballı kaymaklı bir sabah kahvaltısının hemen ardından patates kızartması, henüz bir saat geçmemişken öksüz doyuran formatında bir öğle yemeği, kısa bir ara verdikten sonra dondurmalı profiterol ya da haşlanmış mısır ya da koca bir tabak dolusu midye dolma yemeyi, arada içilenleri hiç saymıyorum, gerektireceğini pek sanmıyorum.

Ayrıca, tüm bunların üstüne hazım kolaylaşsın diye içilen maden suyunun işe yaradığını da hiç zannetmiyorum. Kaynağından serum bağlatılsa ancak! O kadar yemeye sindirim sistemi mi dayanır? Hadi diyelim o dayandı, peki, büyüyen göbek, artan kilo, yükselen yağ oranı ne olacak?

Ondan sonra, bir sonraki “mükemmel” tatile kadar, gelsin şok diyetler, gitsin zayıflama jelleri ve tabii beşinci seferden sonra gidilmeyeceğini bile bile yapılan spor salonu üyelikleri. 

Bari ekmeksiz yesek...

12 Ağustos 2011 Cuma



Birkaç gün Alaçatı' da olacağım.

Yeterli malzeme toplarsam dönüşte "plaj hallerini" anlatırım.

Beni özleyin:)))

11 Ağustos 2011 Perşembe

Bankalar zengin koca bulma kredisi verir mi?

Valla bence vermeli. Slogan bile buldum:
"Zengin koca bulduran krediniz bir telefonla cebinizde!"
Ama ufak bir sorun var; zengin koca Çin’de!
Efendim, Çin’de zengin koca bulduran kurs açılmış. Yaklaşık 5000 Türk Lirası’nı bastırana 30 saat süren bir seminerle, erkek nasıl baştan çıkarılır, dolgun cüzdan nasıl avlanır, kaş nasıl havaya kalkar, gerdan nasıl kırılır gibi bir dizi operasyon öğretiliyormuş.

Şimdiye dek 2800 kadının kayıt olduğu kursu bitirenlerden 30’u “tamamen duygusal bir evlilik” gerçekleştirmeyi başarmış. Kalan 2770 kişi de 189 milyarder ve 1 milyona yakın milyoneri ele geçirmek için hala çalışıyor herhalde bilemeyeceğim.

Allah kolaylık versin!

Zira benim derdim başka.
Çok kısa bir süre önce, Türkiye’nin diplomatik ilişkilerde 40. yılını kutladığı Çin’e konuyla ilgili bir yardımımız dokunur mu, onu merak ediyorum.  
Çünkü takıldığım bir nokta var; söz konusu kursta, kim kime neyi öğretiyor?
Benim bildiğim tereciye tere satılmaz ama demek ki Çin’de var bir problem.
Muhakkak Çinli kadınların yazılımında bir hata var, çünkü etrafımda bu kursta öğretilenleri bilmeyen tek bir kadın bile yok!

Elbette istisnalar vardır.
Mesela Çin’de!
“Aaa, yok valla, bende bir bozukluk var galiba, hiç beceremiyorum öyle şeyleri” diyorsanız da, gidin soy ağacınıza falan bakın var mı bir Çinlilik diye.
Şimdi ben diyorum ki, 23 Nisan’da olduğu gibi belli bir süreyle 1 Türk kadını 1 Çinli kadını evinde misafir etse, kadına, olayı bir de doğal ortamında gözlemleme fırsatı yaratılsa, sonra ne bileyim kadın alınıp ”workshop” çerçevesinde Esra Erol’a falan götürülse, üstüne bir de “entrika üretim ve uygulama” konusunda senarist Ece Yörenç ve Melek Gençoğlu ikilisinden eğitim aldırılsa iyi olmaz mı?
Bence şahane olur! Hatta Çin’e döndüğünde kurs bile açar.

Yalnız, “öğrendiklerini Çin’de uygulayacaksın” gibi bir protokol şart. Sonra eldeki kocalar gitmesin, aman deyim!
Ha derseniz ki bizim bundan kazancımız ne olacak?
Orta Doğu’da patlayan dizilerimizden sonra, Uzak Doğu’ya izdivaç programı ihraç ederiz, bu biiirr.   
Türk kadını “3. Sayfa”  haberlerinden sıyrılıp, gazetelerde “dünya” başlığı altındaki sayfalarda boy göstermeye başlar, bu ikiiiiiiii.
Tabii bir de şu banka kredisi işi var, bu da üüüüçç.
E, daha ne olsun!


10 Ağustos 2011 Çarşamba

Romantik komedi OUT, gerçek kesit IN!

İnsan neden romantik komedi türünde bir filme gider? Elbette dozu ayarlanmış, yapış yapış olmayan bir duygusallık içinde eğlenmek için! Peki, o zaman ben neden eğlenemiyorum? Neden kafamı boşaltmak için gittiğim her romantik komedi film sonrası bir sarsılma, bir hayattan kopma durumum var?
Sonunda anladım, size de anlatayım… Belki faydam dokunur.
Bu romantik komedi türü filmlerinde ya yakışıklı, ya kaslı, ya süper işi olan, ya zeki, ya komik, ya zengin, ya romantik bir erkek yoktur. Maalesef filmde burun buruna geldiğiniz adam hem çok yakışıklı, hem çok eğlenceli, hem zengin, hem süper kariyerli, hem de iflah olmaz bir romantiktir.
Filmin kadın kahramanına gelince… Aslında dışarıdan bakıldığında saçını alelade bir biçimde toplamış, kot pantolonu ve sıfıra yakın makyajıyla “hımm, ay ne var, ben bundan daha güzelim” dedirtecek kadar sıradandır. Amaaa işte o kadın hep fark edilmemiş bir güzelliktir ki, filmde yer alan bir parti, bir akşam yemeği, bir balo, vs. de kapak kızı tadında ortaya çıkıverir. İşte o anda da “hımm, ay aman, o kadar makyajı bana da yapsalar…” dedirtecek kadar sinir bozucudur. Ayrıca kadın zekidir, ileri düzeyde espri yapabilmektedir ve göğüslerini insanın gözüne sokmadan da seksi olabilmektedir.
Şablon gereği adam çok çapkındır, istese bu kadın gibi yüzlercesini bulabilir ama işte kazın ayağı öyle değildir. O kadında öyle bir şey vardır ki o her neyse diğerlerinde yoktur ve düşünmeyin sizde de yok, adam gider bu kadına âşık olur.
Filmin bu noktadan sonrasında kelebek kılığında iki tip vardır. Aslında aşk böcekleri de diyebiliriz. Süper uyumludurlar, adeta birbirlerini tamamlarlar. Hayatlarında minimum kavga, maksimum keyif vardır. Büyük bir aşkla saatlerce sevişirler. Bay ve bayan mükemmeldirler işte. Sonra, biraz heyecan biraz gerilim olsun diye araya mutlaka bir entrika, bir yalan, bir kalp kırıklığı falan sokulur. Ama en nihayetinde bay ve bayan harika birbirine yapışır, acayip mutlu olurlar. Sen de “ayyy, ne güzellll…” diyerek, ağzın açık kalıverirsin bu mutlu son karşısında.
Sonra ışıklar yanar. Gözün kamaşır. Yanına bakarsın. Hah, işte tam o anda filmin sende yarattığı tahribatın ilk etkileri ortaya çıkar. Alice'in Harikalar Diyarı’ndan roketle geri yollanmış gibi hissedersin kendini.
Yanındaki adam…

Filmdekiyle uzaktan yakından ilgili değildir.  Ya yakışıklıdır ya değil. Ya kaslıdır, ya göbekli. Ya iş koliktir, ya boş gezen. Ya çok gevşek, ya hiper asabi. Bir de çok komikse, kesin kısadır.
Yani az önce gördüğün adeta bir “üçü bir arada”, bir “yıka ve çık” model adamın yanından bile geçemez.
Peki, sen zamanında “ayyy, canım hepsi bir arada olmaz ama…” diye sevmedin mi bu adamı? Tamam, yüzü güzel değildi belki ama hani içi şahaneydi. Evet, göbekli ama sen onun en çok o haline bayılmamış mıydın? Sevişme sıklığınız günden güne azalırken, asıl olanın önce arkadaşlık olduğunu savunmamış mıydın? Hadi hepsini bir tarafa bırak, tüm olup bitenin bir senaryodan ibaret olduğunu bile bile gelmedin mi sen bu filme?
Şimdi bütün bunları sorgulamaya ne gerek var?
Sonuç olarak “bir romantik komedi film izledim, hayatım değişti” diyen var mı?
Yok!
Haa, bir de yanındakine sıkı sıkı sarıl, gerçek hayatta onu bulamayan çok!

9 Ağustos 2011 Salı

Asansör Yolculukları

"Asansör Yolculukları" adında bir kitap yazacağım ve eser baştan sona monolog olacak! Belki karakterlerden yola çıkıp araya uydurma hikâyeler de koyabilirim ama en fazla bu! Diyalog kesinlikle olmayacak çünkü gerçekte de yok!
Öylece biniyoruz, herkes birbirine bön bön bakıyor ve sonra iniyoruz.

 Acaba diyorum, kendime bir “beğen”, bir “yorum yap”, bir “dürtele” tuşu taktırsam karşı tarafta çözülme olur mu?
Valla ben önceleri durumu inkâr edip, merhabasından, iyi günlerine daha da ileri gidip gülümsemesine kadar, artık Allah ne verdiyse yapıyordum ama son zamanlarda bende de tık yok!

Ben de aynen o biçim bakıyorum ve neler buluyorum neler…
Konuşmamak için sürekli önüne bakanlar
Bunlar, maazallah biri merhaba diyecek, kendileri de karşılık vermek zorunda kalacaklar diye ödleri patlayan gruba mensupturlar. Öylece önlerine bakarlar. Hayır, sanki merhaba dedikten sonra borç istenecek adamdan, yahu nedir bu korku?
Mütemadiyen aynaya bakıp kendini süzenler
Genelde kadındırlar. Saçına, üstüne başına bakar ve tüm bunları yaparken de siz orda yokmuşsunuz gibi davranırlar.
Güneş gözlüğünü çıkarmayanlar
Tamam, anladık; konuşmayacaksın ve hatta hatta göz temasına bile karşısın. Ya da çok havalısın. Hadi iyi niyetimi koruyayım, asansör ışıkları gözünü rahatsız ediyor. Hadi canım sen de!
Oranıza buranıza bakan ve çaktırmadığını sananlar
Plajlarda güneş gözlüklerini takıp rönt eden kişiliklerin yaptıkları nasıl anlaşılıyorsa, karakterlerin asansör sürümlerinde de durum farklı değildir. Hele de içeride ayna varsa!
Aşağı yukarı düğmesini henüz çözemeyenler
Aslında bunlar diğerlerine nazaran iyidirler, çünkü hiç değilse konuşurlar. Genelde kendi kendilerine “aaa, aşağıya iniyor bu, ben yukarı çıkacaktım, cık cık” derler. Tamam, cümleler tam olarak beklediklerimiz olmayabilir ama idare edin işte.
İnenlere aldırmadan binmeye çalışanlar
Bakın bunu gerçekten anlamıyorum. Sanki söz konusu bir asansör değil de bir otobüs ve bu da onun son seferi! İki dakika sonra bin, nereye yetişiyorsun? Ev mi kaçıyor, yoksa ofis mi? 
Tek çift durumunu yok sayanlar
Bilirsiniz bazı binalarda tek kat, çift kat asansörleri vardır. Ama hemen her olayda olduğu gibi, burada da okuyup anlamadan asansörlere dalan kişilik, önce çalışmayan kat düğmesinin canını çıkarır, ardından durumu anlar ve anlamsız bir biçimde asansöre sinirlenir. Genelde durum bir üst katta inip yürümekle son bulur. (Aman bir kat yürümeyin!)  
Gülme krizine tutulanlar
Genelde ergen kişilerde rastlanır. İkili ya da üçlü kız gruplarında daha çok gözlemlenmiştir. Birbirlerinden tuvalete giderken bile ayrılmayan bu tipler, topluca bindikleri asansörde aniden birbirlerine bakıp gülmeye başlarlar. Haliyle ortam gerilir, zira birbirini tanımayan topluluktaki herkeste olayı kişiselleştirme eğilimi vardır. Kendilerine hâkim olamayan ergen gurubun asansörden inerken, içlerine içlerine patlattıkları kahkahalarını dışarıya saldıkları da bilinmektedir.  
Piyasa yapanlar
Şayet gökdelenimsi bir binanın asansöründe 28. kata çıkıyor ve 8 erkeğin arasında tek dişi sizseniz kaçamak bakışlar, göz süzmeler ve gerdan kırmalardan oluşan ön iletişme başlamış demektir. Ama heyecanlanmayın, hepsi bu. Çünkü hadise birbirine 5 saat boyunca bakıp herhangi bir aksiyon gerçekleştirememişlerin durumundan pek de farklı değildir.  
Hijyenikler
Ellerinde tuttukları kâğıt mendillerden tanıyabilirsiniz. Düğmelere bu mendille basan bu tipler, daracık yerde hiçbir yere ve hiç kimseye değmemek için gösterdikleri çaba ile takdire şayandırlar. 
“Beni de alır mı?”cılar
Ay’ da 15 kg. geliyor olabilirsin ama burası asansör ve sen 90 kg.’ sun ve neden ağırlık limiti olan asansöre binmek için zorlarsın? “Beni de alır mı?” tipleridir bunlar ve genelde içeride bulunan ”arkayı beşleyelim tipleri” nedeniyle asansöre alınıp, sonra da önlerindeki birkaç saati aç, susuz ve en önemlisi nefessiz olarak geçirirler.
Fantezi düşkünleri
Pek çok filme konu olmuş asansör fantezisini uygulayana henüz rastlamadım. Şüphelendiğim durumlar yok değil ama yeterli kanıta sahip değilim, üzgünüm…


8 Ağustos 2011 Pazartesi

Uzun yaşamın şifresini veriyorum, kaçmaz!


Amerika’ da, Stanford Üniversitesi tarafından yapılan Uzun Yaşam Projesi araştırmasının sonuçlarına göre endişeli, planlı, inatçı, sorumluluk sahibi insanlar daha uzun yaşıyor. Buna karşılık iyimser ve neşelilerin pek şansı yok. Çünkü anı yaşayıp, bir sonraki dakikada neler olacağını umursamadıkları için kolayca ve çoğu zaman da farkında olmadan tehlikeli riskler alabiliyorlar. Hatta madde bağımlılarının çoğu da bu insanlar arasından çıkıyor.

Ve işte asıl şok edici sonuç:

Pozitif düşünmekle uzun yaşam arasında bir bağlantı yok ve stres insan sağlığı için gayet iyi!

Tabii “bana ne” deyip, ilgilenmeyebilirsiniz ancak araştırma hiç de yabana atılır türden değil. Zira tamamlanması tam 90 yıl sürmüş. 1921 yılında Stanford Üniversitesi’nden Lewis Terman’ın başlattığı çalışma kapsamında 1500 başarılı kız ve erkek öğrenci hayatları boyunca takip edilmiş, kendileri ve aileleri hakkında her türlü bilgi toplanmış. Terman, 1956'da ölünce çalışma başkaları tarafından yürütülmüş, 1990’ da ise Howard Friedman ile Leslie Martin görevi devralmış.
İyi, güzel de araştırmanın, tam da, yıllardır her günü planlanmaktan, her anı didik didik sorgulanmaktan bitap düşmüş bünyeyi “amaaan, yeter artık” deyip bir güzel gevşettiğim günlerde karşıma çıkması sizce de biraz manidar değil mi?

Önce tonla laf edip, sonra vardır bir hikmeti deyip, aylarca kendi kendimi “pozitif” düşün, iyimser ol, anı yaşa diye telkin ettim. “Saldım çayıra, evren kayıra” ana fikirli ne kadar kitap varsa yaladım yuttum. Öğrenmek yetmez, uygulamak da lazım deyip trafikte aniden üstüme kıran kamyoncu amcaya ağzımı açıp tek bir laf etmedim. Klasik müzik konserinde, kulağımın dibinde çatır çutur mısır patlağı yiyen kadına yan gözle dahi bakmadım. Şu hayatta bir kez olsun sorumsuz davranmak neymiş tadayım diye, gidip toplasam 3, bilemedin 5 kere giyeceğim ayakkabılara dünyanın parasını verdim. Kontrolsüzlüğün dayanılmaz hafifliğini hissetmek için midemin altını üstüne getirene kadar içki içtim. Otla çöple bezeli beslenme düzenimi bir hayli esnettim. Gözümün ve hatta tüm vücudumun seğirmesini göze alıp evi temizlemekten vazgeçtim (en azından her gün!). Bugünün işini bilmediğim bir zamana bıraktım ve daha kötüsü bütün bu yaptıklarıma bayıldım!
Peki, ben şimdi neye yanayım?
Bütün bunlara harcadığım zamana mı, yaptıklarımı içselleştirip sevdiğime mi, yoksa kendi elimle ömrümü kısalttığıma mı?
Hadi ben kendimi koydum bir tarafa, yahu sırf stresten arınmak, pozitif enerjiyle donanmak için yıllarını vermiş insanlar var etrafımda. Ne yoga kalmış yapılmadık, ne reiki. Ev dekorasyonundan kılık kıyafetine kadar her şey aynı amaca hizmet ediyor. Evde periyodik aralıklarla ot yakan mı desem, mor rengin dışında don giymeyen mi desem… Dahası bu stres davasına işi gücü bırakıp köye, kasabaya yerleşen var. Yazık, süper sükûnet ve mutlulukla gün be gün yaşamlarından çalıyorlar!
Benden söylemesi, ortalık epey karışacak!
Bütün bunlarla ilgisi olmayan, asabi, stresli ve negatif olanlar yaşadı ve görünen o ki daha da yaşayacaklar!
Hâlihazırda benim gibi kendini bozmuş ve ne yapacağını bilmeyenlere sesleniyorum:
Henüz hayattayken, seçeneklerden fabrika ayarlarına dönün!

7 Ağustos 2011 Pazar

İğneyi kendine batırmak...




Yaklaşık 3 yıl önce, iş güç sahibi biriyken, sabahın ve akşamın kör karanlığında gerçekleştirilen kalkma ve yatma eylemleri arasındaki zaman diliminde ne kadar çok şey yaptığıma, yok yok yapabildiğime hala inanamıyorum.

Adeta Sheila' ymışım! (bkz.He-Man) 

Peki ya şimdi?

Ağustos Böceği Süheyla!

Üstelik tam da uzun bir aradan sonra yeniden yazmaya karar verdiğim anda!

Tamam, başta bunu kabullenmem zor oldu ama insan kendini bilmeli, başka türlü olmuyor.

Günlerim hiçbir şey yapmadan ışık hızıyla geçerken birden her gece aynı ruh bulantısıyla yatağa girdiğimi fark ettim. Hep aynı soru, hep aynı cevap:

- "Bugün ne yaptın?"

- "Hiçbir şey!"

Kafam yastığa değdiği an ertesi gün aynı olmasın diye, kendimi sabah erkenden uyanmış, kahvaltının ardından bol sütlü kahvemle çalışma masamda konumlanmış olarak hayal ediyor, hiç durmadan saatlerce yazdığımı görüp gülümseyerek rüyaya dalıyordum.

Hiçbir işe yaramıyordu.

Koca günü "hadi şimdi", "tamam, birazdan" diye diye hiçbir şeye başlayamadan yiyip bitiriyordum. Elimde devreden bakiyelerden başka hiçbir şey yoktu.  

Peki ne olmuştu da bu hale gelmiştim?

Önce galiba odaklanma problemim var dedim ama madem öyle neden televizyon izlerken bir sıkıntı olmuyordu ya da alışveriş yaparken...Odaklanamamak ne demek, tıpkı bir atmaca gibiydim!

Sonra motivasyon eksikliği, sonra soğuk hava, sonra bastıran sıcaklar, sonra şu, sonra bu derken...

Yok dedim bu böyle olmayacak.

Aldım kendimi karşıma, "bana bak" dedim, itiraf et hadi, çekinme çekinme söyle... 

Bir solukta çıkartıverdim valla, pek de rahatladım!

"Tembelim ben, yok yok tembel bir tenekeyim!"

Hepsi buydu işte, bu kadar basit.

Ee, şimdi ne olacak peki?

Göreceğiz...