29 Eylül 2011 Perşembe

Sigara sigara çay sigara


Tam 12 yıl sigara içtim.
Hem de ne keyifle… Kahvaltıdan sonra, daha elimi bile yıkamadan o paketi elime alışım, o sigarayı çıkarışım… Off ne keyiftir o yemek üstü ilk içe çekiş… Hiç içmeyenler bilmez ama tiryakilerin en bilinen ritüelidir bu.
Yemek sonrası, kahve molası, çay keyfi derken böyle böyle dibi gelir paketin.
Annene kızdın yak, patrona sinirlendin bir tane daha, sevgilin sinir etti tam zamanı. Ohooo, ne dert biter ne sigara.
Ama bu arada biten bir şeyler vardır. Mesela ciğerler elden gider, tip kayar, diş sararır, suratın kararır, nefesin daralır ama mühim değil.
Misal ben püfür püfür tüttürdüm onca yıl ama, “ama” dedim her seferinde, “3 günde 1 paketi ancak bitiriyorum”. E, daha ne olsun; 3 günde 1 paket bitiyorsa günde 3 paket bitirenlere göre durumum şahane!
Ha, bu arada hala tadını bilmem. Ben sigarayı paketten çıkarmayı, yakmayı, elimde tutmayı, “püff” diye üflemeyi sevdim. Ne parmağıma yayılan sarılığı, ne ciğerime bulaşan katranı, ne tam üflemeden önce “hüüp” diye içime çektiğim zehirli dumanı hesaba kattım. Ara ara bıraksam mı acaba diye düşündüm ama pek tutmadım bu fikri. Daha çok sigaranın beni bırakabilme ihtimaline tutundum. En çok da karşıma geçip “bırak şunu” diyenlere sinir, içip içip bıraktıktan sonra ben içerken yanımda yüz buruşturanlara gıcık oldum. Sinir oldukça bir tane daha yaktım, gıcık oldukça suratlarına üfleyesim geldi. Böyle gözlerinin içine baka baka hem de!
Sonra bir gün ne olduysa oldu, pat diye bıraktım. Ne nikotin sakızı, ne bant, ne hipnoz, ne terapi, ne tedavi… Hiçbir şey olmadan. Bir gün, tam da sigaramın ortasına gelmişken, bir ona baktım, bir kül tablasına, sonra çat diye söndürdüm.
Bir gün, iki gün, üç gün…
Hiç istemedi canım. Baktım tam 455 gün olmuş, sonra bıraktım saymayı.
Acayip sinirli olursun, kırar geçirirsin, balon gibi şişersin dediler. Külliyen yalan. Kilo almak bir kenara, verdim bile! Yüzüm gözüm açıldı, dişlerim beyazladı, nefesim ferahladı.
Yani o eski halimden eser yok şimdi!
Yine de sigara içenleri görünce ağzımı açıp tek kelime etmiyorum, saygım sonsuz.
Derler ya tok açın halinden anlamaz diye. Ben onları anlıyorum.
Hiç içenle içmeyen bir olur mu?
Olur mu?
İçin anacım, sigara sigara çay sigara…
Ohh, afiyet, bal ve de şeker olsun!


27 Eylül 2011 Salı

Araba Sevdası

Araba Sevdası, bana uzun yıllar önce okuduğum bir başka kitabı hatırlattı; Patrick Süskind’in Güvercin’ini…

Nedense bir güvercin yüzünden kendini yiyip bitiren Jonathan’la, bir kadın yüzünden günlerini, haftalarını ve hatta aylarını zehir eden Bihruz’u pek birbirlerine benzettim. Çünkü her ikisinde de biraz “fare dağa küsmüş, dağın haberi olmamış” durumu var.   


Elbette Türk edebiyatının ilk gerçek romanı kabul edilen Recaizade Mahmut Ekrem’in bu önemli eseri, bu kadar yüzeysel bir yorumla geçiştirilmemeli. Zira romanda “batılılaşma” uğruna özünden sıyrılmayı görev edinen, medeniyeti sözcüklerinin arasına sokuşturduğu Fransızca kelimelerde arayan, kafasının içinden çok, üstünü başını allayıp pullamaya uğraşan ve hatta arabalarına kendinden daha fazla ehemmiyet veren Bihruz Bey'in yaşadıkları ve dönemin gerçekleri, umutsuz ve bana göre biraz da garip bir aşk hikâyesiyle yumuşatılarak yansıtılıyor.

Diğer Türk klasiklerinde olduğu gibi, Araba Sevdası’nda da yabancı sözcükler bir hayli çok. Neyse ki, Beyaz Balina Yayınları’ndan çıkan kitapta, kelimelerin Türkçeleri parantez içinde verilmiş. Okumayı keyifsizleştirse de, kitabı “okunamama” ve tabii yarım bırakma durumundan kurtarıyor.

Herhalde 10 yıl sonra bana “Araba Sevdası” deseler, “yer aynası” derim. Çünkü romanın başlarında yer alan bu benzetme çok hoşuma gitti. Yer aynası, bir göl, bir deniz ya da aksinizi görebildiğiniz herhangi bir su birikintisi olabilir.  Bir de “uykumak” fiili. Okurken uyuyakalmaktan doğan bir eylem. Buna da bayıldım.

Araba Sevdası, tıpkı Tanpınar’ ın Huzur’ u ve Mehmet Rauf’ un Eylül’ ü gibi lisedeki edebiyat derslerine sıkışan kitaplardan. Adları ve yazarları kafamıza kazınan fakat okumaya teşvik edilmeyen…  
  

20 Eylül 2011 Salı

7 Eylül 2011 Çarşamba

İstanbullular

İstanbullular, okuduğum ilk Buket Uzuner romanı. Dolayısıyla şu kitabına göre böyle, bu kitabına göre şöyle diyemem. Hem zaten demek de istemem, eleştirmen miyim ben?
Değilim!
Benimki olsa olsa paylaşma hevesi!

Kitap, Atatürk Havalimanı’ nda aynı anda yolları kesişen, değişik kimliklerde bir grup insanı konu alıyor. İçlerinden bir kısmının farklı zamanlarda birbirlerinin hayatlarına da dokunduğu bu insanların her biri, bir şekilde, doğuştan ya da sonradan, İstanbullu olmuş, hepsi İstanbul’a hayran. Ve elbette bir esas oğlan, Ayhan, ve bir esas kız, Belgin, ve doğal olarak bir aşk var. O aşka gelene kadar geçilen yollar, o yollarda karşılaşılan yolcular, o yolcularla yapılan yolculuklar var.
Aklımda kalanlar…
- Yazar karakterleri çok iyi konuşturmuş. Sanki o bölümler kahramanlar tarafından kaleme alınmış kadar gerçek.
- Begin’ in Kete’sine bayıldım, çok samimi ve sahici.
- Tijen Derya içimi acıttı.
- Erol Argunsoy’a uygun görülen sonu gereksiz buldum.
- Belgin’in kuruntuları içimi kuruttu.
- Bazen satır aralarında, bazen de direk verilen mesajları sevmedim.
- Rebul lavanta kolonyasını çok merak ettim.
- İstanbul’ la ilgili bilmediğim çok şey varmış diye hayıflandım.
- 600. sayfada farklı bir şey bulmayı umdum, olmadı.

"Okunmalı mı?" derseniz, karışmam.

İsterseniz okuyun, istemezseniz okumayın. Ben sebep ya da mani olmak istemem.

6 Eylül 2011 Salı

Kadınlar kadınları...


Hani hep kadınlar erkekleri, erkekler de kadınları anlamıyor denir ya, peki, kadınlar kadınları anlayabiliyor mu sizce?

Sanmıyorum…

Anne olmuş bir kadın mesela…
Kendi kızının heyecanlarını, heveslerini, korkularını anlayabiliyor mu? Kendini onun kadar küçültüp, etrafına onun gözünden bakmayı becerebiliyor mu? Anneliğine yedirdiği istekleri, korkuları bir tarafa bırakıp, “analık hakkıyla” yakasına yapışmadan, kendini temize çekme arzusundan arınıp, boşluklarını doldurmaya çalışmadan, kızına yalnızca bir insan, duyguları, hayalleri olan bir insan olarak bakabiliyor mu? Doğrularıyla, yanlışlarıyla var olduğunu unutup, kendi kızının da kendi yolunu bulmasına izin veriyor mu? “Yara almanı istemiyorum, üzülmene dayanamıyorum” derken, ona verilen hayat hakkından her seferinde biraz biraz çaldığını fark ediyor mu? Yoksa anne olmak bunları mı gerektiriyor? Bir kere anne olunca hafıza siliniyor, yaşanmışlıklar unutuluyor mu? Anne olmak içimizdeki kız çocuklarını söküp atıyor mu? Sanki dünyaya “anne” olarak gelmiş gibi davranmaya mı mecbur ediyor bizi? Korumak, bakmak, özgür bırakmak, saygı duymak eylemleri nasıl bu kadar birbirine dolanabiliyor? Yan yana ve nasıl bu kadar uzak olabiliyor?

Ya kayınvalide olmuş bir kadın…

Oğlunun kolunda gelmiş bir kıza bakarken kendisinin de aynı şekilde geldiğini hatırlıyor mu? Yani bir zamanlar bir ana baba kuzusuyken birden “gelin” olduğunu, içinde kopan fırtınaları sahile vurdurmamak için nasıl çırpındığını, bunu yaparken çoğu kez kendinden ayrıştığını anımsıyor mu? Güldüğü zamanların bir kısmında aslında ağladığını, bunu kimselere belli etmemek için nasıl savaştığını unutuyor mu? Bir kocanın karısıyken yaşananlar, bir erkeğin anası olunca şekil mi değiştiriyor? Gelinler ve kaynanalar diye yaratılan iki sınıfın temeli yalnızca bu mu?

Peki, bir adamı çalan kadın?

Tıpkı minareyi çalanların yaptığı gibi kılıfını da hazırlıyor mu? “Kadın” olma hali bu kadar mı ağır basıyor ki “insan” olma halinden vazgeçiyor? O an harcadıklarının kendi emeği yerine bir başkasının biriktirdikleri olduğunu hiç mi fark etmiyor? Yalnızca kalbini çaldığını sandığı adamla beraber, o adamı, o adamı seven öteki kadının hayatını, anılarını, acılarını, sevinçlerini kanata kanata üzerine aldığını hiç mi anlamıyor? Hadi yaşadığı sahteliği, kurmacayı görmüyor, peki bütün bu olup bitenin içinde adi bir hırsız gibi anılmayı da mı dert etmiyor? “Kadın” olmak böyle bir şey mi? Yalnızca “kadın” olmak…       

Sahi, kadınlar kadınları anlayabiliyor mu sizce…

5 Eylül 2011 Pazartesi

Pazartesi' nin suçu ne?


Nasıldı şu şarkı?
“They call it stormy Monday, but Tuesday's just as bad
Wednesday's worse, and Thursday's also sad”
Yani Türkçesi; Pazartesi’ ye fırtınalı derler ama Salı’nın da ondan aşağı kalır yanı yoktur. Ayrıca Çarşamba daha kötü ve Perşembe de üzücüdür…
Evet, böyle diyordu T-Bone Walker şarkısında ve ben de diyorum ki; 9 koca tatil gününün ardından şu saatlerde çoktan mesaisine ve kuvvetle muhtemel mızmızlanmaya başlamış olan yurdum insanı, sence de artık şu “pazartesi sendromu” masalını bitirmenin vakti gelmedi mi?
“Mazeretim var, bugün git yarın gel” diyorsan, seni yukarıdaki dizeleri tekrar okumaya davet eder, üstüne bir de “salı sallanır, çarşamba çarşafa dolanır, perşembe perişan olur” deyiveririm.
E, artık anlamazsan ayıp valla!
Taa, geçen hafta cuma günü gittiğin tatilin Pazartesi’sini, pazartesi olduğunu bile anlamadan geçir, gez, toz, gününü gün et, ondan sonra bugün gel, zavallı Pazartesi'yi sendromlu ilan et!
Üzgünüm ama sorun Pazartesi’de değil sende!
Yılda 52, ayda 4, haftada 1 de olsa ve aralarında hiç fark yokmuş gibi görünse de, aslında her Pazartesi yeni bir başlangıç ve esasen filmin koptuğu nokta da burası. Çünkü psikologlara göre, ne olursa olsun başlangıçlar sahip oldukları belirsizlikler ve bunların yol açtığı stres nedeniyle bünyeyi zorluyor. Bünye sahipleri de durumu kotarmak ve çok fazla hasar almamak adına durumdan bir tereyağı ve o tereyağından da bir kıl çıkarıveriyorlar.
Hem de büyük bir ustalıkla!
Tıpkı, ister 2 gün süren hafta sonu tatili, isterse 9 günlük bayram tatili olsun,hemen arkadan gelen Pazartesi’yi hiç suçu günahı yokken hastalıklı yaptıkları gibi…
Şöyle bir düşünürsen, tahrip gücü yüksek diğer başlangıçlara da, bkz. yeni iş, evlilik, doğum, askerlik, taşınma, okula başlama, korunma amacıyla, kolayca ve çoğu kez de şuursuzca nasıl kılıflar uydurulduğunu bulabilirsin.
Sinir patron, çorabını yerde bırakan koca, lohusasal nöbet, arızalı komutan konuyla ilgili hatırıma gelen ilk tamlamalar.
Liste böyle uzar gider…
Çünkü hayat devam ettikçe ne başlangıçlar biter, ne de insanoğlu ve kızının bahaneleri…
Nasıldı şu şarkı?
“Yoktur üstüne senin, güzeli çirkin yapmakta, suçuysa dünyaya atmakta”.