10 Eylül 2012 Pazartesi

Neyse halim...


Astrolojiden anlamam. Tek yaptığım denk gelirse gazetedeki günlük burç yorumumu okumak. Hele şu tanışmaların 10, bilemedin 15. dakikasını sektirmeden gelen “burcunuz ne?” sorusuna hastayım.

“Akrep burcuyum.”

“Ay ben şimdi hatırladım, ocakta yemek vardı…”

Neyse…

Gelgelelim -loji uzantılı diğer bilimlere yaklaşımımda bir sorun yok.

Bkz. hormonoloji.

Ya da durun, siz bakmadan ben biraz açıklayayım.

Efendim söylemesi ayıp mı değil mi bilmiyorum ama, son birkaç yıldır malum günler gelmeden önce bana bir şeyler oluyor. Bir başkalaşım, bir asabiyet, hassasiyet, bir acayip tavır, bir mutsuzluk, hoşnutsuzluk, bir doymazlık, ne ararsanız var. Ağlama nöbetlerini hiç anlatmayayım, zira anlatılmaz yaşanır.

Hal böyle olunca, hem etrafımda durumdan nasibini alan şahısların değişik tespit ve teşhislerinden korunmak hem de huzura ermek için kalktım doktora gittim.

Bir gariplik yokmuş. Yaşadığım şeye premenstrual sendrom deniyormuş. Yani Türkçesi adet öncesi gerginlik. Üç kadından birinde olurmuş. Tuzu kesip kafeini de almayınca işlem tamammış.

Nasıl yani?

Şimdi o Tom ve Jerry izlerken dolan gözlerimin, o cinnet geçirmeye, olmadı cinayet işlemeye meyilli ruh halimin nedeni iki kaşık kahveyle bir tutam tuz mu?

Hiç de değil!

Vücudumuzun 4’te 3’ü su olabilir fakat geriye kalan daracık alanda bütün hayatımızı bir anda alt üst edebilecek bir grup barınmakta; hormonlar!

Neden birden bire dünyanın korkunç, hayatın çekilmez ve aynadaki yansımamızın pek bir tipsiz olduğunu düşünürüz. Hadi belki kendimize insaflı davranırız da, iki güne kadar gözümüze erkek güzeli görünen sevgilimiz neden aniden böcek olur?

Eserekli miyiz?

Ne münasabet!

Ya östrojenimiz fırlamıştır ya da testosteronumuz. Ama işte batsın bu dünyaya bağlamadan önce kendinize hakim duruma da vakıf olmanın bir yolu var artık. Yani diyorum ki hormonoloji sayesinde her an suç işlemeye ya da intihara teşebbüse hazır hali, hali hazırda tersine çevirmek mümkün.

Artık gönül rahatlığıyla bakabilirsiniz:
 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

7 Ağustos 2012 Salı

Eğitim şart (mı)?

Yaklaşık iki aydır evimize yardımcı arıyoruz. Bir noktadan sonra saymayı bıraktım ama telefonda ve yüz yüze olmak üzere görüştüğüm kişi sayısı toplamda 20’yi bulmuştur. Süreçten dram, komedi ve korku türlerinde film de çıkar, roman da. Hatta, diyaloglardan sağlam bir durum komedisi çıkararak Türk televizyonlarına sıkı bir giriş bile yapabilirim. Ayrıca akademik çalışmalarda kullanılabilir boyutta veriye sahibim, ilgililere duyurulur. Örneklemim biraz dar ve garip şekilde zorlasan bir araya gelmeyecek birbirinden özel insanlardan oluşmuş olabilir ama olsun.

Yaş ortalamaları 40. Neredeyse tamamı ilkokuldan sonra okumamış, bir nevi pilot bir 4+4+4 durumu. İlk 4’te takılmışlar, o ayrı. Evliler ve en az iki çocukları var. Yarısının kocası çalışmıyor ve muhtemelen günlerini kahvede Fashion TV izleyerek geçiriyor. Kocası çalışan diğer yarı da kocalarından daha fazla para kazanıyor. Kazanç bakımından günlük işleri tercih ediyorlar. Ev işlerini kendi içinde kategorize ediyorlar. Zira temizlik için aldığınız kadından yemek ya da ütü isterseniz ekstraya giriyor. Bu durumda ücretleri de artıyor. Ücrette belirleyici olan bizzat kendileri. Çok sıkı pazarlık yapıyorlar, kısa süreli akıl tutulmaları yaşıyorsunuz. İşin en trajikomik yanı ise, aylık kazançlarını hesapladığınızda, 4 yıllık üniversite mezunu bir kişinin işe başlangıç maaşından daha fazla olduğunu görüp evdeki tüm toz bezlerini yemek istiyorsunuz. Bir de acayip nazlılar. Misal evinizin yeri çok önemli. İsterseniz metronun dibinde oturun, kendi evlerinin yakınında metro durağı yoksa işiniz zor.
Diyelim her konuda anlaştınız ama yine de aşmanız gereken çok önemli bir engel daha var! Kadınlar, ekonomik yönden ezici bir baskınlığa sahip oldukları halde, kocalarından müsaade almadan işe başlamıyorlar. Nitekim el sıkışıp, ayrıldıktan yarım saat sonra “beyim, uzak diye salmıyor” türü bir telefon almanız muhtemel. Resmen parmaklarında oynatıyorlar.
Tamam, diyebilirsiniz ki, ağır işçiler, sigortaları yok, sendikaları yok vs. Ama, sanki bu yalnızca bu sektöre özgü bir durum değil gibi. Bkz. ülkenin genel çalışma koşulları. (Bunu münferit halledersek yazıyı da ağırlaştırmamış oluruz.)
Neticede geldiğim nokta şudur ki, biz boşuna okumuşuz anacım. Boşuna en güzel yıllarımı dershane köşelerinde tüketmiş, boşuna türev integral alıp, havuzları doldurup doldurup boşaltmışım. Koca havuzla uğraşacağıma kovalarla haşir neşir olsaymışım daha iyiymiş!
Bir de diyorlar ki, eğitim şart!
Hem de nasıl.
Çok iyi anladım…    

31 Temmuz 2012 Salı

Çocuğum yok derdim var!


Evli, çocuksuz ama teyze olarak, biri 3,5 diğeri 12 yaşında iki çocukla geride bıraktığım iki hafta sonunda, bir daha böyle bir tatil paketi almamaya karar verdim. 

Gelecek olası teklifleri şimdiden şiddetle reddediyorum.
Tamam, çok şirinler, evet birinci dereceden bir akrabalık var, hatta bu zaman zaman duygusal platformlarda daha garip bir yakınlığa da dönüşebiliyor ama tatile hayır!

Bir kere böyle bir tatile çıkmadan önce bunun, sevgiliniz, eşiniz ya da arkadaşlarınızla geçirdiğiniz tatillerle uzaktan yakından alakalı olmadığını bilin.

Öyle tatile geldim, derdi tasayı evde bıraktım durumu hiç yok. Yatağımdan kuş sesleriyle kalkacağım, kahvaltı keyfinden sonra huzur içinde kahvemi yudumlarken bireysel ve kamusal problemlere çok ama çok uzaktan bakacağım falan külliyen yalan. Gece gezmeleri, o bar benim yok yetmez bu bar da benim konusuna hiç girmiyorum zira o saate kadar bünye çoktan bırakın beni, size mani olmayayım moduna geçiyor.

Yatağınızdan ani bir afyon patlamasına sebep olacak şiddetteki bebek ağlamasıyla, tatil formatına hiç uymayacak bir zamanda kalkıyorsunuz. Kahvaltı masası kendinden geçmiş bir savaş meydanı. Plaja giderken yanınıza kitap, müzik çalar ya da şahsınıza özel bir eşya almayı falan düşünmeyin. Siz lojistik destek birimisiniz! Çantanızda bulunması gerekenler annenin bavulumsu plaj kitinden taşıp size aktarılan kova, kürek, kolluk, mama ve çeşitli bebe ve çocuk gereçleri.

Denize karşı şöyle bir keyif yapayım, aman nasıl olsa tatildeyim, beslenme alışkanlıklarımı da biraz esneteyim diyenlerdenseniz, sağlıksız tüketimlerinizi plajın ücra köşelerinde midenize yuvarlayın ya da çocuklara kötü örnek olmak, canlarını çektirmek vb. suçlamalarla yediğinize bin pişman olun.

Yanımda kim olursa olsun benim özel alanım var, kimse giremez türü prensiplerinizi geçici bir süreliğine devre dışı bırakın. Zaten bırakmazsanız sistem hata veriyor anlıyorsunuz Hanya’yı Konya’yı.

Anneye çocukları şikâyeti aklınızdan bile geçirmeyin. Hani onlar yokken ben vardım, kesin anlar beni tipi düşünceler sizin kafanızda yarattığınız hayaller.

Empati, sempati beklemeyin üzülürsünüz, benden söylemesi!

Diyelim tüm bunları sineye çektiniz, bunlar çocuktur dediniz. Bunun bir tatil olmadığını, orada olma sebebinizin süper donanımlı bir dadı ihtiyacı olduğunu geç de olsa fark ettiniz ve bu dünya şekerlerine canım feda sloganıyla kendinizden geçip hiçbir hizmeti esirgemediniz. Oynattınız, zıplattınız, didaktik kişiliğe büründünüz.

Peki, sonunda ne oldu?

Yine en kıymetli anneleri!

Şaka gibi değil mi?

4 Nisan 2012 Çarşamba

Gurbet içimde bir ok...




Çok gezen mi bilir yoksa çok okuyan mı sorusuna cevap veriyorum:
Kesinlikle çok okuyan!
Zira gezmekten okumaya fırsat kalmıyor anacığım.
Uzun bir süre Ankara’ daydım. Kara kış mağduru olarak gidemediğim memleketimden yine aynı sebepten dönemedim. Aslında konumuma ve durumuma en uygun başlık şu olurdu:
"Tembel T. Bir Ankara Macerası"
Şimdi diyebilirsiniz ki Ankara' da gezilecek ne var da okumaya zaman bulamadın. Olabilir, saygı duyarım. Ama öyle değil işte! İnsanın doğduğu, büyüdüğü yer başka. Hasret kalma durumu söz konusu olduğunda yaşarken burun büküp, aklınıza bile gelmeyen yerleri mumla arıyorsunuz. Kavuşunca da başta sosyal medyada ilan etmek suretiyle gurbetin bünyeye verdiği tahribatı onarmaya çalışıyorsunuz.
İşte ben de onca gün, @ ora, @ bura diye diye vurdum kendimi Ankara sokaklarına. E ne yalan söyleyeyim, iyi de oldu!
Fakat bazı can sıkıcı tespitlerim de yok değil.
Şimdi insan bir yerden ayrılınca, ne bileyim bir şehir, bir okul, belki de bir iş yeri, zamanı da, anadan dünyalı, babadan uzaylı Evie gibi, o an durdurup, paket yapıp alıveriyor yanına. Sonra her dönüşünde o anı arıyor. Bazen kendi de farkında olmuyor ama halı altına ittirdiği beklenti toz gibi kalkıyor. İstiyor ki, her gidişinde bir Hollywood yıldızı gibi karşılansın, bir Justin Bieber kadar ilgi görsün.
Ama hiç de öyle olmuyor, üzgünüm.
Yeni bir hayata başlansa ve hatta gayet mutlu olunsa da, ara ara bulunulan mekandan ayrışıp geride bırakılanların bir tarafına tutunma çabası baş gösteriyor. Belki de insan unutulmaktan, eskimekten korkuyor. Ya da gözden ırak olununca gönülden de nasıl ıraklaşıldığını yaşayarak öğrenmek istemiyor. İşte tüm bu sebeplerden ötürü de anılarını da heyecanını da hep taze tutup hep taze bulmak istiyor.
Ama hayat hiç durmadan devam edip hızla değişiyor ve ona dâhil olan her şey de eskiyor.
Ay aman ne oldu yahu. Bir Ankara' ya gittim geldim, tarzım alaturkalaştı.
Keman içli içli başlamadan kaçayım!

19 Ocak 2012 Perşembe

3 boyutlu Titanic


Efsane gemi Titanic’i batırmaya doyamayanlar, bu yıl da kendisini denizin derinliklerine 3 boyutlu olarak göndermeye hazırlanıyorlarmış. Nisan ayında gösterime girecek olan filmin yönetmeni James Cameron, amaçlarının yeni jenerasyona Titanic’i beyaz perdede göstermek olduğunu açıklamış.  
Kardeşim, 1953 yılında yaptınız, yetmedi 1997’de bir daha. 2012’ye geldik hala Titanic. Derdiniz ne ben anlamadım ki! Sanki çekim tekniği güncellenince geminin kaderi değişecek. Batışı daha değişik seyredeceğiz, o kadar.
Ama belki de hepsi o kadar değildir! 
Bir su altı mafyasından şüpheleniyorum, demedi demeyin!
İnsanları denizden soğutmak, ürkütmek, kaçırmak gibi görevleri olan bir grubun işi bu bence. Yok, hiç öyle John Nash muamelesi yapmayın, gayet ciddiyim.
Güle oynaya izlediğiniz filmlerin etkilerini o anda anlamıyor olabilirsiniz ama bunların kokusu sonradan çıkıyor.
Bütün çocukluğum, denizde yüzerken acaba alttan Jaws gelir mi korkusuyla geçti benim. Ne zaman arkadaşlarla denizde açılsak hepimizin kulağında aynı müzik çınladı; dın dın dın dın dındındındındın… Sırf bu manyak balık yüzünden kırmızı bikini giyemeyenlerimiz bile olmuştur. 80 çocuklarının lügatinde köpekbalığı demek Jaws demektir. O önüne geleni yediği için dişleri yamuk yumuk kalan yaratık, kim bilir kaç çocuğun deniz sevgisini söküp attı içinden! Tamam, yetişkin kafanla izlediğinde saçma ve hatta komik bile gelebilir ama işte çocuk beynine sülük gibi yapışıp kalıyor o görüntüler, sesler, artık ne varsa. Bir de 2001 yılında, Amerika Birleşik Devletleri Kongre Kütüphanesi tarafından "kültürel, tarihi ve estetik olarak önemli" filmler arasında seçilmiş bu film. Niyeyse, hiç anlamadım!
İşte şimdi de bu lanetli gemi! 1953 sürümünde burada yoktum. 97’de, hadise ergenliğe denk gelince, durumu batan bir gemi dekorunda yaşanan hüzünlü bir aşk hikâyesi olarak algılamıştım. Daha doğrusu öyle olduğunu zannediyordum. Ta ki geçen son baharda bir gemi seyahatine çıkana kadar!
Film nasıl nüfuz ettiyse bünyeme, pencereden bakmasam gittiğini bile anlamadığım gemi, bir gece şiddetli bir yağmur fırtına ikilisiyle beşik gibi sallanmaya başlayınca beynimde o malum geminin direğinde yaşanan tüm oynaşma sahneleri bir bir yok oldu. Varsa yoksa çarpma ve batma! Bir de ne olursa olsun müziği kesmeyen orkestra. Gerçi sallantı esnasında bulunduğum yerde orkestra yerine piyanist şantör vardı ama olsun, yine de gözümü ayırmadım adamdan. “Deli değil herhalde” dedim, gemi batarken “çıstak, çıstak” çalmaya devam etsin.
Neyse ki korktuğum başıma gelmedi ama gelebilirdi. Nitekim geçtiğimiz günlerde Costa Concordia’nın başına gelenleri hep birlikte gördük ve aklımıza ne geldi, elbette Titanic. Bkz. haber başlıkları:“Titanic dehşeti”, “Akdeniz’ in Titanic’ i”, “100. Yılda 2. Titanic”
Hadi buyurun bakalım!
Yeni jenerasyon Titanic’i görmemişmiş. Yemezler!
Yakında o manyak balık da ortaya çıkarsa hiç şaşırmayacağım!

16 Ocak 2012 Pazartesi

Vizontele 2012


Eve yeni televizyon alındı. Daha doğrusu, televizyon görünümünde çok işlemci bir alet. İçinde yok yok! Haliyle aygıtı çözmemiz biraz zaman aldı ama sonunda başardık.

Aslında bu tip durumlarda daha kısa sürede başarı sağlayabilmek de mümkün olabilir. Ama okuma eylemine karşı sınırlı yaklaşımımız bizi mağdur ediyor. Kullanma kılavuzlarını okumak yerine benimsediğimiz “bir yaşayarak öğrenme” tekniğimiz var. Belki de cihazın her tarafını kurcalamadan onu içselleştiremiyoruzdur, bilemiyorum. Sonuçta sıcakkanlı milletiz, dokunmayı severiz. Para vermeyen ATM’yi tekmelemek, cızırdayan radyoya çakmak âdetimizdir.
Fakat artık durumlar değişti. Teknoloji geliştikçe cihazlar kibarlaşıyor. Haliyle kıça parmak, enseye şaplak metodu yeni ürünlerde giderilemez hasarlar olarak bize dönebiliyor. Dolayısıyla kurcalama işleminde ölçüyü korumak şart. Yani yeni nesil cihazlarınızla seviyeli bir beraberlik yaşamanız gerekiyor; sarsmadan hırpalamadan.
Televizyon bu tip bir ilişkiye başlamak için iyi bir alet esasen. Zira uzaktan kumanda diye bir desteğe sahip. Daha en başından tavrını açıkça belli ediyor, bir nevi “ellenmekten hoşlanmam” mesajı veriyor. Ne var ki kurcalama müptelası insanımız yapacağını kumandayla da yapıyor. “Bakalım bu neymiş?”, “buraya basınca ne oluyor?”, “aa, şu mavi düğme ne işe yarıyor?” derken tak bir anda ekran kararıyor, hadi sil baştan.
Daha komiği, bilinç dışı eylemlerin sonucunda istenilen duruma ulaşmak. Zira sonradan hedefe nasıl varıldığı hatırlanmadığı için söz konusu başarının sevinci 3, bilemedin 5 saniye sürüyor. Hele bir de, aile bireylerinin tamamı devasa bir ekranın karşısında 3 boyutlu gözlükleriyle bekliyorsa... Vay o televizyonu aileye adapte etmeye çalışanın haline! Tabii burada, ailenin bir bölümünün televizyonla doğumlarından epey bir süre sonra tanıştıklarını unutmamak lazım. Her ne kadar uzaya fırlatılan köpek Laika, kopya koyun Dolly ve kısa mesaj sistemini görmüş ve sindirmiş olsalar da, oturma odasında özel gösterim yapacak olan Hollywood yıldızlarını beklerken hissettiklerini tahmin etmek hiç de zor değil! Tabii olayı tek taraflı ele almamak da fayda var. Azıcık da moderatörlüğü üstlenmiş şahsı düşünmek, bomba başında hangi kabloyu keseceğini bilmeyen insan hissiyatıyla kasılıp kalan bu zavallıya empati geliştirmek lazım. O sırada yapılacak en kötü şey kendisine müdahale de bulunmaktır. Aman ha! İyi niyetli de olsanız fayda etmez. Çatıya çıkıp görüntü arama durumundan da birkaç ışık yılı ötede olan bu durumu çözmek için geriye tek bir çare kalıyor: kullanma kılavuzu!
Okuyun anacım. Okumaktan zarar gelmez.
Ha, bir de bu televizyon bu kadar gelişti ama, Zeki Müren bizi yine de göremeyecek!