19 Ekim 2011 Çarşamba

Cep telefonum olmadan asla!


Cep telefonunuz hayatınızın ne kadarını kaplıyor?
Ben söyleyeyim; tamamını!
Geçen hafta yakın bir arkadaşımın, o kendini biliyor, cep telefonu bozuldu. Birlikte yer alacağımız bir organizasyon öncesi konuşurken birden ya son dakikada bir değişiklik olursa nasıl haberleşeceğiz diye paniğe kapıldık.
Kapıldık da bir çözüm bulabildik mi?
Hayır!
Bildiğiniz kilitlendik.
Biz ki, Ana Britanicca’ nın her şeyi bildiğini sanan, postacı görünce bir Brad Pitt, bir Jude Law görmüş kadar sevinen, en önemlisi de telefonu ilk kez kez evde görüp, onu öyle kabul edip seven insanlarız, anamızın karnından cep telefonuyla çıkmışız gibi ne yapacağımızı bilemedik.
Bir an Val Kilmer’ ın Top Secret filmindeki güvercine sahip olmak istedim, vahamet o derece yani! (Bilenler bilmeyenlere anlatsın)
Oysa 90’lı yılların ortalarına kadar, cep telefonunun henüz ülkemize girmediği zamanlar, biriyle buluşulacaksa bir gün önceden aranır, saat belirlenirdi. Her iki taraf da dakikse problem olmazdı, ama taraflardan biri gecikirse yapacak hiçbir şey yoktu. En fazla jeton bulup şahsı evden arayabilirdiniz, o kadar.
İşin yoksa bekle dur!
Tamam, teknolojinin geldiği noktayı yaşayarak görmek de güzel ama şimdi ben bunu kalkıp çoluk çocuğa anlatsam bana ne gözle bakarlar emin değilim. Hele de LCD televizyona dokunup iPad muamelesi yapan çoluk çocuğa!
Sokakta, trafikte, lokantada, vapurda şöyle bir bakın etrafınıza. Her üç kişiden üçünün elinde de cep telefonu var. Hatırlar mısınız bilmem, cep telefonunun ülkemize girdiği ilk yıllarda kimde cep telefonu olduğunu anlamak hiç de zor değildi. Zira bu şahıslar taşınabilir telefonu hakkını vermek istercesine ellerinde gezdiriyor, biz de o polis telsizinden hallice cihazlara bakıp özenti ve kıskançlık arası duygulara kapılıyorduk. Çok şükür ki, o günler geride kaldı. Çünkü cep telefonu artık herhangi bir grubun malı değil. Poposuna don alamayanda da, holding patronu olanda da aynı telefondan olabilir. Hal böyle olunca onu ortalara döküp de milletin gözüne sokmanın hiçbir esprisi kalmadı.
Ama bu defa durum başka.
Telefonlar yine elde, çünkü her şey onda! Notlar, mesajlar, postalar, fotoğraflar, şarkılar, daha neler… Telefonlar öyle bir noktaya geldi ki, artık yanınızda yalnızca onun olması yetiyor.
Ama işte olmayınca…
Birden ev telefonu kültüründen geldiğinizi unutuyor, hatta “telefon haberleşme amaçlıdır, sohbet için değil” ilkesine sahip ebeveynlerle büyüdüğünüzü hatırlamıyorsunuz bile!
Hatırlarsanız, Blackberry geçtiğimiz haftalarda küresel bir kriz geçirmişti. İşte o günlerde aynı zamanda çağdaşım olan bir arkadaşım facebook sayfasında durumunu şöyle özetlemiş;
“3 gün boyunca en yakın arkadaşımı kaybetmiş gibi hissettim…”
E ben daha ne diyeyim?
Allah ayırmasın!

11 Ekim 2011 Salı


Sandal sefasındayım...
Yakında döneceğim...

6 Ekim 2011 Perşembe

Chucky’ nin torunu


“Misafir misafiri istemez, ev sahibi ikisini de” atasözünü an itibariyle güncelliyorum:
“Ev sahibi, misafir üstüne misafire razıdır, yeter ki çocukları olmasın!”

Fazla bencilce oldu, düzeltiyorum; yeter ki çocukları yanlarında olmasın. Kendi evlerinde ne istiyorlarsa yapsınlar ama bizim eve dokunmasınlar. Hoş olan oldu ama artık bundan sonrasına bakacağız.   

Oysa herşey ne de güzel başlamıştı. O kapıdan içeri girerkenki masum duruşu, o utangaç tavırları... Nasıl da tatlıydı.

Yarım saat sonra o çocuk gitti, yerine acayip bir şey geldi; Chucky’ nin torunu!

Ev evlikten çıktı, ben kendimden geçtim, anne baba da tık yok. Yahu bir cıs de, dur de, yapma, etme, otur de, yok!  

Bir ara gözümdeki seğirme tüm bedenime yayılmış olacak ki, anne bir açıklama yapma gereği hissetti.

Efendim, pedagog özellikle rica etmiş; çocuğun üstüne gidilmeyecek, kesinlikle kızılmayacakmış. Üç yaş ergenliği geçiriyormuş, böyle böyle kendini bulacakmış.

Tamam da, çocuğun bu içsel yolculuğu için bizim evi pilot bölge mi seçmiş bu pedagog?

Ayrıca ergenlik dediğin nedir ki? Çocuğumuz yok doğru ama biz de bu halde doğmadık herhalde. Bizim de kendimize göre yolculuklarımız oldu; oldu da kimsenin evini tarumar etmedik.

Daha doğrusu edemedik çünkü bizi, misafirliğe gitmeden önce tembihleyen ve gerekiyorsa tehdit eden ailelerimiz vardı; “her lafa karışmayın”, “ikram edilmeden hiçbir şey yemeyin”, “ortalığı karıştırmayın”, “eşyalara dokunmayın”, “şımarmayın”, “sonra külahları değişmeyelim"...

Ayrıca özellikle annelerimiz, misafirlikte kullanılmak üzere geliştirilen bir dizi kaş göz hareketine sahipti. Kazara sevimsiz bir eylem yapacak olsak anında devreye giren bu hareketlerle muma dönerdik. Daha da ileri gidersek eve dönünce popoya terlik, kalçaya çimdik yerdik.

Şimdiki anne babalar çocuklarını muma döndüreceğine gittikleri ev sahibini deliye döndürüyor.

Çocuğu nasıl büyütürsen büyüt, ben karışmam, senin meselen. Ama, ben görmek istemiyorum gelişimini. Bana dokunuyor. Kırılan, dökülen bir tarafa, çocuk hevesim kaçıyor, tutmak istemiyorum.

İyice gelişsin, üç, beş, on beş yaş, ne kadar ergenlik varsa hepsini geçirsin, huzura ersin, sonra bize gelsin.        

Valla, bekleriz, her zaman!

4 Ekim 2011 Salı

Kız tarafından düğün değerlendirmeleri


Bol düğünlü bir dönemin ardından izlenimlerimi aktarmak farz oldu.

Hemen başlıyorum.
Şimdi efendim, ister kızın, ister darılın ama düğünler kadınlar içindir.
Neden mi?
Şöyle bir düşünün…
Hiç damatlık modeli biriktiren ya da hayal eden bir erkekle karşılaştınız mı? Peki “ben şöyle uzun kuyruklu bir smokin istiyorum” diyen bir damat adayı duydunuz mu?

Tabii ki hayır!

Hâlbuki kadınlar öyle midir?

Gelinlik modeli üzerine tez verecek donanıma sahip arkadaşlar tanıyorum!

Koca adayı olsun olmasın, her kadının hayalinde bir gelinlik vardır. Sorsan “ay yok valla hiç düşünmedim” der ama duy da inanma!

Zaten en çok onlardan korkacaksın!
Hal böyle olunca, kocayı bulup, teklifi de alan kadın, hemen hayallerini süsleyen gelinliği bulmak için harekete geçer. O gelinlikçi benim, bu gelinlikçi de benim der, her yeri gezer, bin tane model dener ve eninde sonunda muradına erer. E gelin bu, olacak o kadar.
Ama inanın bana düğüne davetli bekâr kızların işi gelinden çok daha zordur. Çünkü düğünler bekâr kızlar için sevgili ve dolayısıyla koca adayı edinilecek en iyi ortamlardan biridir. “Bekârlar masası” adlı oluşumun ortaya çıkması boşuna değildir. Bu sebeptendir ki, her genç ve bekâr kız, düğüne “gelin” olan sanki kendisiymiş gibi hazırlanır ve kendisi için bir külkedisi finali hayal eder. Bu kızlar, kendilerini göstermek için gecede en az 20 kere tuvalete gider, oynak parçalarda bir Shakira, bilemedin Asena edasıyla coşar. Ama işte o havalar bitip de, yalnızca eşi olanların arz-ı endam edeceği o malum şarkılar başlayınca, içlerine oturan o mahzunluğu çaktırmamaya çalışarak masalarına dönerler. Az önceki oryantalimsi tiplerin yerini, hanım hanımcık tipler almıştır. Olur da biri, hele de gözlerine kestirdikleri biri, gelip dansa kaldırmak isterse, yüzlerine dans kelimesini ilk kez duyuyormuş gibi bir ifade takınır ve “istemem yan cebime koy” eşliğinde piste çıkarlar. Bu basit bir dans daveti olarak görünse de esasen masadaki diğer bekâr kızlara karşı kazanılmış koca bir zaferdir.  
Diğer tarafta, geceye sevgilisi ya da kocasıyla katılan kadınlar için düğün, şayet arada kuvvetli bir biyolojik ya da hissi bağ yoksa ne yazık ki çiftin mutluluğu paylaşma arzusuna riayet etmenin dışında bir şey değildir. Evli olanlar düğünü kendi düğünleriyle kıyaslayıp kostüm puanlaması yapmakla, henüz evlenmemiş olanlarsa sevgililerine çeşitli imalarda bulunmakla meşguldürler. Kim bilir düğünlerde “biz de mi düğünü burada yapsak?” cümlesi nedeniyle kaç ilişki heba olmuştur.
Hiç şüphesiz düğünlerin en ağır topları kayınvalidelerdir. Kız tarafı olsun, erkek tarafı olsun fark etmez. Bu iki kadın, en az gelin ve o bekâr kızlar kadar düğünde ne giyeceklerinin derdine düşer. Giyecekleri kıyafetleri birbirlerinden sır gibi saklayan dünürlerin ilk karşılaşma anları görülmeye değerdir. Alenen birbirlerini süzen taraflar elbette kıyafetlerine bin tane kusur bulup, burun kıvırırlar. Ama o esnada birbirlerine iltifat üstüne iltifat yağdırırlar. Arada kantarın topuzunu kaçırıp dünürünü bırakıp direk gelini hedef alan ve bu sebepten beyazlara bürünen bir kayınvalideyle de karşılaşmak mümkündür. Onlar için söylenecek pek bir şey yoktur. İmzalar atılmadan önce gelini usulünce uyarmakta fayda olabilir.
Damat mı?

Düğün bitip de sabah olunca, kanındaki alkol oranı hızla düşerken yapılan tüm o tantananın kendisiyle hiçbir ilgisi olmadığını idrak eder. Ne yazık ki idrak edeceği daha çok şey vardır...  

Allah mutlu, mesut etsin!