Türk edebiyatı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Türk edebiyatı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Aralık 2011 Cumartesi

Bir tatlı "Huzur"...

Huzur’ la yolculuğum çok uzun sürdü ama sonunda tamamlandı. En başta Mümtaz ve Nuran, ardından İhsan ve Suat uzun bir dönem yanımdaydı. Bir ara yoruldum ve bıraktım.  Araya başka hikâyeler, başka kahramanlar girdi. Sonra geri döndüm ve nihayete erdirdim.

Huzur’ a başlamadan önce üzerimde bir baskı oluştuğunu söylemeden edemeyeceğim. Zira Türk edebiyat tarihinin en önemli eserlerinden biri olarak anılan bir yapıtı okurken olumsuz duygular geliştirmek baştan yasakmış gibi geliyor. Ama sıkıldığım, koptuğum ve beğenmediğim bölümler oldu. Öyle zamanlarda insan “ben de mi bir eksiklik var da, anlayamıyorum?” diye düşünmeden edemiyor.
Ama aslında durum başka.
Niteliği önceden belirlenmiş durumların hemen hepsinde aynı durum geçerli oluyor. Bilirsiniz, durum komedilerinde nerede gülmeniz gerektiği bellidir.  İşte bir kitabın arkasında da “en…” ile başlayan cümleler varsa, daha kitaba başlamadan onu beğenmek zorunda hissediyorsunuz kendinizi. Belki de bu yalnızca bana mahsus bir durumdur, bilemiyorum.
Uzun tasvirler ve eski Türkçe kelimelerin fazlalığı romanın içine rahatça girmemi engelledi. Ama azmin elinden ne kurtulabilmiş ki?
Yalnızca bunları düşünerek romanı ağır, karmaşık ya da sıkıcı olarak nitelendirmek mümkün ama bu daha çok işin kolayına kaçmak olur.

Bana kalırsa “Huzur” mesai harcanarak okunması gereken bir kitap. İçinde, her seferinde farklı bir şey çıkararak dönüp dönüp okuduğum öyle cümleler, öyle paragraflar vardı ki, bu son zamanlarda okuduğum kitaplarda rastlamadığım bir şey. Romanın esas gücü de buradan geliyor bence.
Tanpınar’ın tasvirlerinde çok sık kullandığı bir sıfatı, kendi eserine çok yakıştırdım.
“Huzur” lezzetli bir roman.



27 Eylül 2011 Salı

Araba Sevdası

Araba Sevdası, bana uzun yıllar önce okuduğum bir başka kitabı hatırlattı; Patrick Süskind’in Güvercin’ini…

Nedense bir güvercin yüzünden kendini yiyip bitiren Jonathan’la, bir kadın yüzünden günlerini, haftalarını ve hatta aylarını zehir eden Bihruz’u pek birbirlerine benzettim. Çünkü her ikisinde de biraz “fare dağa küsmüş, dağın haberi olmamış” durumu var.   


Elbette Türk edebiyatının ilk gerçek romanı kabul edilen Recaizade Mahmut Ekrem’in bu önemli eseri, bu kadar yüzeysel bir yorumla geçiştirilmemeli. Zira romanda “batılılaşma” uğruna özünden sıyrılmayı görev edinen, medeniyeti sözcüklerinin arasına sokuşturduğu Fransızca kelimelerde arayan, kafasının içinden çok, üstünü başını allayıp pullamaya uğraşan ve hatta arabalarına kendinden daha fazla ehemmiyet veren Bihruz Bey'in yaşadıkları ve dönemin gerçekleri, umutsuz ve bana göre biraz da garip bir aşk hikâyesiyle yumuşatılarak yansıtılıyor.

Diğer Türk klasiklerinde olduğu gibi, Araba Sevdası’nda da yabancı sözcükler bir hayli çok. Neyse ki, Beyaz Balina Yayınları’ndan çıkan kitapta, kelimelerin Türkçeleri parantez içinde verilmiş. Okumayı keyifsizleştirse de, kitabı “okunamama” ve tabii yarım bırakma durumundan kurtarıyor.

Herhalde 10 yıl sonra bana “Araba Sevdası” deseler, “yer aynası” derim. Çünkü romanın başlarında yer alan bu benzetme çok hoşuma gitti. Yer aynası, bir göl, bir deniz ya da aksinizi görebildiğiniz herhangi bir su birikintisi olabilir.  Bir de “uykumak” fiili. Okurken uyuyakalmaktan doğan bir eylem. Buna da bayıldım.

Araba Sevdası, tıpkı Tanpınar’ ın Huzur’ u ve Mehmet Rauf’ un Eylül’ ü gibi lisedeki edebiyat derslerine sıkışan kitaplardan. Adları ve yazarları kafamıza kazınan fakat okumaya teşvik edilmeyen…