kız çocuk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
kız çocuk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

6 Ekim 2011 Perşembe

Chucky’ nin torunu


“Misafir misafiri istemez, ev sahibi ikisini de” atasözünü an itibariyle güncelliyorum:
“Ev sahibi, misafir üstüne misafire razıdır, yeter ki çocukları olmasın!”

Fazla bencilce oldu, düzeltiyorum; yeter ki çocukları yanlarında olmasın. Kendi evlerinde ne istiyorlarsa yapsınlar ama bizim eve dokunmasınlar. Hoş olan oldu ama artık bundan sonrasına bakacağız.   

Oysa herşey ne de güzel başlamıştı. O kapıdan içeri girerkenki masum duruşu, o utangaç tavırları... Nasıl da tatlıydı.

Yarım saat sonra o çocuk gitti, yerine acayip bir şey geldi; Chucky’ nin torunu!

Ev evlikten çıktı, ben kendimden geçtim, anne baba da tık yok. Yahu bir cıs de, dur de, yapma, etme, otur de, yok!  

Bir ara gözümdeki seğirme tüm bedenime yayılmış olacak ki, anne bir açıklama yapma gereği hissetti.

Efendim, pedagog özellikle rica etmiş; çocuğun üstüne gidilmeyecek, kesinlikle kızılmayacakmış. Üç yaş ergenliği geçiriyormuş, böyle böyle kendini bulacakmış.

Tamam da, çocuğun bu içsel yolculuğu için bizim evi pilot bölge mi seçmiş bu pedagog?

Ayrıca ergenlik dediğin nedir ki? Çocuğumuz yok doğru ama biz de bu halde doğmadık herhalde. Bizim de kendimize göre yolculuklarımız oldu; oldu da kimsenin evini tarumar etmedik.

Daha doğrusu edemedik çünkü bizi, misafirliğe gitmeden önce tembihleyen ve gerekiyorsa tehdit eden ailelerimiz vardı; “her lafa karışmayın”, “ikram edilmeden hiçbir şey yemeyin”, “ortalığı karıştırmayın”, “eşyalara dokunmayın”, “şımarmayın”, “sonra külahları değişmeyelim"...

Ayrıca özellikle annelerimiz, misafirlikte kullanılmak üzere geliştirilen bir dizi kaş göz hareketine sahipti. Kazara sevimsiz bir eylem yapacak olsak anında devreye giren bu hareketlerle muma dönerdik. Daha da ileri gidersek eve dönünce popoya terlik, kalçaya çimdik yerdik.

Şimdiki anne babalar çocuklarını muma döndüreceğine gittikleri ev sahibini deliye döndürüyor.

Çocuğu nasıl büyütürsen büyüt, ben karışmam, senin meselen. Ama, ben görmek istemiyorum gelişimini. Bana dokunuyor. Kırılan, dökülen bir tarafa, çocuk hevesim kaçıyor, tutmak istemiyorum.

İyice gelişsin, üç, beş, on beş yaş, ne kadar ergenlik varsa hepsini geçirsin, huzura ersin, sonra bize gelsin.        

Valla, bekleriz, her zaman!

6 Eylül 2011 Salı

Kadınlar kadınları...


Hani hep kadınlar erkekleri, erkekler de kadınları anlamıyor denir ya, peki, kadınlar kadınları anlayabiliyor mu sizce?

Sanmıyorum…

Anne olmuş bir kadın mesela…
Kendi kızının heyecanlarını, heveslerini, korkularını anlayabiliyor mu? Kendini onun kadar küçültüp, etrafına onun gözünden bakmayı becerebiliyor mu? Anneliğine yedirdiği istekleri, korkuları bir tarafa bırakıp, “analık hakkıyla” yakasına yapışmadan, kendini temize çekme arzusundan arınıp, boşluklarını doldurmaya çalışmadan, kızına yalnızca bir insan, duyguları, hayalleri olan bir insan olarak bakabiliyor mu? Doğrularıyla, yanlışlarıyla var olduğunu unutup, kendi kızının da kendi yolunu bulmasına izin veriyor mu? “Yara almanı istemiyorum, üzülmene dayanamıyorum” derken, ona verilen hayat hakkından her seferinde biraz biraz çaldığını fark ediyor mu? Yoksa anne olmak bunları mı gerektiriyor? Bir kere anne olunca hafıza siliniyor, yaşanmışlıklar unutuluyor mu? Anne olmak içimizdeki kız çocuklarını söküp atıyor mu? Sanki dünyaya “anne” olarak gelmiş gibi davranmaya mı mecbur ediyor bizi? Korumak, bakmak, özgür bırakmak, saygı duymak eylemleri nasıl bu kadar birbirine dolanabiliyor? Yan yana ve nasıl bu kadar uzak olabiliyor?

Ya kayınvalide olmuş bir kadın…

Oğlunun kolunda gelmiş bir kıza bakarken kendisinin de aynı şekilde geldiğini hatırlıyor mu? Yani bir zamanlar bir ana baba kuzusuyken birden “gelin” olduğunu, içinde kopan fırtınaları sahile vurdurmamak için nasıl çırpındığını, bunu yaparken çoğu kez kendinden ayrıştığını anımsıyor mu? Güldüğü zamanların bir kısmında aslında ağladığını, bunu kimselere belli etmemek için nasıl savaştığını unutuyor mu? Bir kocanın karısıyken yaşananlar, bir erkeğin anası olunca şekil mi değiştiriyor? Gelinler ve kaynanalar diye yaratılan iki sınıfın temeli yalnızca bu mu?

Peki, bir adamı çalan kadın?

Tıpkı minareyi çalanların yaptığı gibi kılıfını da hazırlıyor mu? “Kadın” olma hali bu kadar mı ağır basıyor ki “insan” olma halinden vazgeçiyor? O an harcadıklarının kendi emeği yerine bir başkasının biriktirdikleri olduğunu hiç mi fark etmiyor? Yalnızca kalbini çaldığını sandığı adamla beraber, o adamı, o adamı seven öteki kadının hayatını, anılarını, acılarını, sevinçlerini kanata kanata üzerine aldığını hiç mi anlamıyor? Hadi yaşadığı sahteliği, kurmacayı görmüyor, peki bütün bu olup bitenin içinde adi bir hırsız gibi anılmayı da mı dert etmiyor? “Kadın” olmak böyle bir şey mi? Yalnızca “kadın” olmak…       

Sahi, kadınlar kadınları anlayabiliyor mu sizce…