20 Eylül 2013 Cuma

Emziren kadın seksi midir?


Valla bilmiyorum zira kendime hiç o gözle bakmadım. Ancak şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki emziren kadın bilinçlidir, sağlıklıdır, üstelik de çok ekonomiktir!

Emzirmenin, bebeklerin ruhsal, bedensel ve zeka gelişimlerine faydası olduğu gibi anne sağlığına katkısı da yadsınamaz. Ama hepsi bu kadar değil. Emzirmenin ucu vatana millete de dokunuyor.

Amerika'da yapılan bir araştırmaya göre emziren kadınların ülkeye katkısı yılda 13 milyon dolar! Ölçeği küçültelim; aile bütçelerine katkısı 3000 dolar! 

Yok canım demeyin! Şayet hâli hazırda emziren bir anneyseniz emzirmeye devam edin!

Zira maması, suyu, elektriği, biberonu, steril aleti vs. derken hesap kabarıyor da kabarıyor. Öyle ki 9 ay bunlara harcanan paraya 3 gece Bahamalar'da tatil yapılabiliyor. Oysa emzirmek neredeyse bedava! Emziren kadınlar için üretilen iç çamaşırları, giysiler, süt sağma makineleri, süt saklama poşetleri ve göğüs pedleri tamamen ihtiyaca bağlı. İster al, ister alma. 

Buna rağmen dünya genelinde emzirme oranı %38. Türkiye'de ise ilk iki ayda % 69 olan oran, 5. ayda %24'lere geriliyor. 

Peki ama neden?

Bir bakalım...

Tamam, memeler açısından durum biraz can sıkıcı olabilir. Kafa kadar oluyorlar, eski takkelerin hiç biri olmuyor ve yeniler de estetik fukarası.  Bebek dişlenince fena halde ısırılıyorlar ve en kötüsü de önlenemez bir şekilde irtifa kaybediyorlar. Bebek ortalama 2 saatte bir acıktığından annenin hayatında bir süreliğine meme saati uygulaması başlıyor, e haliyle de işler biraz aksıyor.

Ama olsun, emzirmekten kolayı var mı? Her an, her yerde hazır yemek. En kral fast food bile yanında yavaş kalır. Üstelik fayda maliyet analizinde meme mamaya Osmanlı tokadı atar.

Bu durumda düşüşe geçen emzirme oranlarını, şayet ortada geçerli bir neden yoksa, ancak düşüşe geçen bilinçle açıklayabilirim. 

Ama dışarıda emzirirken karşı cins tarafından üzerime yakılan uzunları  hiçbir şeyle açıklayamam. O yüzden de gene başa dönüyor ve ısrarla soruyorum:

Emziren kadın seksi midir?

















29 Ağustos 2013 Perşembe

Teneke doğurdu!


Yok, Nasreddin Hoca'ya özenmedim, fıkra yazmaya falan da başlamıyorum. Yalnızca mevcut durumu anlatan en iyi başlık bu.
 
Uzunca bir zamandır ekranlarda olmayışımın nedeni minik bir kız. Valla hamilelikti, doğumdu derken yeni yeni kendime geliyorum. Her ne kadar fiziksel olarak azıcık çapım genişlese de, yazma konusunda epey çaptan düştüğüm kesin. Ama bir yerden de başlamam lazım, değil mi?
Şimdi, o "çocuk da yaparım, kariyer de" durumu sadece bir şarkı, kafa karıştırıp bünyeyi zorlamaya gerek yok! Zira çocuğu yapıp sonrasında bir süre pek bir şey yapamıyorsunuz. Yanınızda istediğiniz kadar yardımcınız olsun, hadi durumu biraz daha somutlaştırayım, isterseniz Cambridge düşesi olun fark etmez; geçici bir süreyle hayatınızdaki bazı eylemlere veda ediyorsunuz. En başta da uykuya ve işte bu nedenle de uzun süreli bir jet lag yaşıyorsunuz. Bir an geliyor "çıkarmasaydım daha mı iyiydi?" türü düşüncelere kapılıyorsunuz ama sonra lohusalığınıza verip normale dönüyorsunuz.
E tabii insan 33 sene boyunca bir su kaplumbağasıyla üç Japon balığına bakınca insan yavrusunun gereksinimleri karşısında baya bir bocalıyor. Diğerlerine sabah akşam yemeğini verip haftada iki kere de suyunu değiştirince işlem tamamdı. Ama bu öyle değil. Ortalama iki saatte bir acıkıyor, henüz bir teknik, sırtüstü, yüzüstü bilemedin yan yatış, geliştiremediği için nasıl uykuya dalacağını bilmiyor ve hayatındaki en önemli problem bağırsaklarındaki hava kabarcıkları! Diyelim kontrol listesindeki her şey tamam; karnı tok, altı kuru, yeteri miktarda pırt da yaptı, yine de ağlayabilir, garantisi yok. Neticede elinizdeki Tamagotchi'nin sanal bebeği değil!
Ama her gün biraz daha alışıyor, ağlama türlerine göre ihtiyaçlarını öğreniyor ve hayatınızdaki en büyük mutluluğun bebeğinizin gaz çıkarması olduğuna şaşırmıyorsunuz. Zamanla başka beceriler geliştiriyor, tek elle ne kadar çok şey yapılabileceğini görüp, bir elin nesi varmış, yeter de artar bile diyorsunuz. Işık hızıyla hareket edip, iki saat uykuyla koca bir günü deviriyorsunuz. 10 dakikada yemek yiyip, bildiğiniz bütün ninniler bitince Serdar Ortaç'a bağlayıp hep aynı melodiye garip sözler yazıyorsunuz. Âlemin parayla satın aldığı öfke yönetimi programını doğal koşullarda ziyadesiyle tecrübe edip, 3. sayfaya çıkmaya meyilli bir tip değilseniz, başarıyla tamamlıyorsunuz. 9 ay boyunca bebek kullanma kılavuzu niyetine okuduğunuz tüm kitapların yerine muhtemelen o süre zarfında en az bir defa denk geldiğiniz Aşk-ı Memnu'yu ya da Doktorlar' ı bilmem kaçıncı kez izlemediğiniz için üzülüyor, içinizdeki idealist anneden ne kadar hızlı uzaklaştığınıza inanamıyorsunuz.
Ama en güzeli; birini tanımlanamayacak kadar çok seviyor ve buna bayılıyorsunuz. Şarkı da öyle diyordu ya; asıl olan aşktır...
 
Hadi kaçtım ben, süt zamanı!
 

10 Eylül 2012 Pazartesi

Neyse halim...


Astrolojiden anlamam. Tek yaptığım denk gelirse gazetedeki günlük burç yorumumu okumak. Hele şu tanışmaların 10, bilemedin 15. dakikasını sektirmeden gelen “burcunuz ne?” sorusuna hastayım.

“Akrep burcuyum.”

“Ay ben şimdi hatırladım, ocakta yemek vardı…”

Neyse…

Gelgelelim -loji uzantılı diğer bilimlere yaklaşımımda bir sorun yok.

Bkz. hormonoloji.

Ya da durun, siz bakmadan ben biraz açıklayayım.

Efendim söylemesi ayıp mı değil mi bilmiyorum ama, son birkaç yıldır malum günler gelmeden önce bana bir şeyler oluyor. Bir başkalaşım, bir asabiyet, hassasiyet, bir acayip tavır, bir mutsuzluk, hoşnutsuzluk, bir doymazlık, ne ararsanız var. Ağlama nöbetlerini hiç anlatmayayım, zira anlatılmaz yaşanır.

Hal böyle olunca, hem etrafımda durumdan nasibini alan şahısların değişik tespit ve teşhislerinden korunmak hem de huzura ermek için kalktım doktora gittim.

Bir gariplik yokmuş. Yaşadığım şeye premenstrual sendrom deniyormuş. Yani Türkçesi adet öncesi gerginlik. Üç kadından birinde olurmuş. Tuzu kesip kafeini de almayınca işlem tamammış.

Nasıl yani?

Şimdi o Tom ve Jerry izlerken dolan gözlerimin, o cinnet geçirmeye, olmadı cinayet işlemeye meyilli ruh halimin nedeni iki kaşık kahveyle bir tutam tuz mu?

Hiç de değil!

Vücudumuzun 4’te 3’ü su olabilir fakat geriye kalan daracık alanda bütün hayatımızı bir anda alt üst edebilecek bir grup barınmakta; hormonlar!

Neden birden bire dünyanın korkunç, hayatın çekilmez ve aynadaki yansımamızın pek bir tipsiz olduğunu düşünürüz. Hadi belki kendimize insaflı davranırız da, iki güne kadar gözümüze erkek güzeli görünen sevgilimiz neden aniden böcek olur?

Eserekli miyiz?

Ne münasabet!

Ya östrojenimiz fırlamıştır ya da testosteronumuz. Ama işte batsın bu dünyaya bağlamadan önce kendinize hakim duruma da vakıf olmanın bir yolu var artık. Yani diyorum ki hormonoloji sayesinde her an suç işlemeye ya da intihara teşebbüse hazır hali, hali hazırda tersine çevirmek mümkün.

Artık gönül rahatlığıyla bakabilirsiniz:
 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

7 Ağustos 2012 Salı

Eğitim şart (mı)?

Yaklaşık iki aydır evimize yardımcı arıyoruz. Bir noktadan sonra saymayı bıraktım ama telefonda ve yüz yüze olmak üzere görüştüğüm kişi sayısı toplamda 20’yi bulmuştur. Süreçten dram, komedi ve korku türlerinde film de çıkar, roman da. Hatta, diyaloglardan sağlam bir durum komedisi çıkararak Türk televizyonlarına sıkı bir giriş bile yapabilirim. Ayrıca akademik çalışmalarda kullanılabilir boyutta veriye sahibim, ilgililere duyurulur. Örneklemim biraz dar ve garip şekilde zorlasan bir araya gelmeyecek birbirinden özel insanlardan oluşmuş olabilir ama olsun.

Yaş ortalamaları 40. Neredeyse tamamı ilkokuldan sonra okumamış, bir nevi pilot bir 4+4+4 durumu. İlk 4’te takılmışlar, o ayrı. Evliler ve en az iki çocukları var. Yarısının kocası çalışmıyor ve muhtemelen günlerini kahvede Fashion TV izleyerek geçiriyor. Kocası çalışan diğer yarı da kocalarından daha fazla para kazanıyor. Kazanç bakımından günlük işleri tercih ediyorlar. Ev işlerini kendi içinde kategorize ediyorlar. Zira temizlik için aldığınız kadından yemek ya da ütü isterseniz ekstraya giriyor. Bu durumda ücretleri de artıyor. Ücrette belirleyici olan bizzat kendileri. Çok sıkı pazarlık yapıyorlar, kısa süreli akıl tutulmaları yaşıyorsunuz. İşin en trajikomik yanı ise, aylık kazançlarını hesapladığınızda, 4 yıllık üniversite mezunu bir kişinin işe başlangıç maaşından daha fazla olduğunu görüp evdeki tüm toz bezlerini yemek istiyorsunuz. Bir de acayip nazlılar. Misal evinizin yeri çok önemli. İsterseniz metronun dibinde oturun, kendi evlerinin yakınında metro durağı yoksa işiniz zor.
Diyelim her konuda anlaştınız ama yine de aşmanız gereken çok önemli bir engel daha var! Kadınlar, ekonomik yönden ezici bir baskınlığa sahip oldukları halde, kocalarından müsaade almadan işe başlamıyorlar. Nitekim el sıkışıp, ayrıldıktan yarım saat sonra “beyim, uzak diye salmıyor” türü bir telefon almanız muhtemel. Resmen parmaklarında oynatıyorlar.
Tamam, diyebilirsiniz ki, ağır işçiler, sigortaları yok, sendikaları yok vs. Ama, sanki bu yalnızca bu sektöre özgü bir durum değil gibi. Bkz. ülkenin genel çalışma koşulları. (Bunu münferit halledersek yazıyı da ağırlaştırmamış oluruz.)
Neticede geldiğim nokta şudur ki, biz boşuna okumuşuz anacım. Boşuna en güzel yıllarımı dershane köşelerinde tüketmiş, boşuna türev integral alıp, havuzları doldurup doldurup boşaltmışım. Koca havuzla uğraşacağıma kovalarla haşir neşir olsaymışım daha iyiymiş!
Bir de diyorlar ki, eğitim şart!
Hem de nasıl.
Çok iyi anladım…    

31 Temmuz 2012 Salı

Çocuğum yok derdim var!


Evli, çocuksuz ama teyze olarak, biri 3,5 diğeri 12 yaşında iki çocukla geride bıraktığım iki hafta sonunda, bir daha böyle bir tatil paketi almamaya karar verdim. 

Gelecek olası teklifleri şimdiden şiddetle reddediyorum.
Tamam, çok şirinler, evet birinci dereceden bir akrabalık var, hatta bu zaman zaman duygusal platformlarda daha garip bir yakınlığa da dönüşebiliyor ama tatile hayır!

Bir kere böyle bir tatile çıkmadan önce bunun, sevgiliniz, eşiniz ya da arkadaşlarınızla geçirdiğiniz tatillerle uzaktan yakından alakalı olmadığını bilin.

Öyle tatile geldim, derdi tasayı evde bıraktım durumu hiç yok. Yatağımdan kuş sesleriyle kalkacağım, kahvaltı keyfinden sonra huzur içinde kahvemi yudumlarken bireysel ve kamusal problemlere çok ama çok uzaktan bakacağım falan külliyen yalan. Gece gezmeleri, o bar benim yok yetmez bu bar da benim konusuna hiç girmiyorum zira o saate kadar bünye çoktan bırakın beni, size mani olmayayım moduna geçiyor.

Yatağınızdan ani bir afyon patlamasına sebep olacak şiddetteki bebek ağlamasıyla, tatil formatına hiç uymayacak bir zamanda kalkıyorsunuz. Kahvaltı masası kendinden geçmiş bir savaş meydanı. Plaja giderken yanınıza kitap, müzik çalar ya da şahsınıza özel bir eşya almayı falan düşünmeyin. Siz lojistik destek birimisiniz! Çantanızda bulunması gerekenler annenin bavulumsu plaj kitinden taşıp size aktarılan kova, kürek, kolluk, mama ve çeşitli bebe ve çocuk gereçleri.

Denize karşı şöyle bir keyif yapayım, aman nasıl olsa tatildeyim, beslenme alışkanlıklarımı da biraz esneteyim diyenlerdenseniz, sağlıksız tüketimlerinizi plajın ücra köşelerinde midenize yuvarlayın ya da çocuklara kötü örnek olmak, canlarını çektirmek vb. suçlamalarla yediğinize bin pişman olun.

Yanımda kim olursa olsun benim özel alanım var, kimse giremez türü prensiplerinizi geçici bir süreliğine devre dışı bırakın. Zaten bırakmazsanız sistem hata veriyor anlıyorsunuz Hanya’yı Konya’yı.

Anneye çocukları şikâyeti aklınızdan bile geçirmeyin. Hani onlar yokken ben vardım, kesin anlar beni tipi düşünceler sizin kafanızda yarattığınız hayaller.

Empati, sempati beklemeyin üzülürsünüz, benden söylemesi!

Diyelim tüm bunları sineye çektiniz, bunlar çocuktur dediniz. Bunun bir tatil olmadığını, orada olma sebebinizin süper donanımlı bir dadı ihtiyacı olduğunu geç de olsa fark ettiniz ve bu dünya şekerlerine canım feda sloganıyla kendinizden geçip hiçbir hizmeti esirgemediniz. Oynattınız, zıplattınız, didaktik kişiliğe büründünüz.

Peki, sonunda ne oldu?

Yine en kıymetli anneleri!

Şaka gibi değil mi?

4 Nisan 2012 Çarşamba

Gurbet içimde bir ok...




Çok gezen mi bilir yoksa çok okuyan mı sorusuna cevap veriyorum:
Kesinlikle çok okuyan!
Zira gezmekten okumaya fırsat kalmıyor anacığım.
Uzun bir süre Ankara’ daydım. Kara kış mağduru olarak gidemediğim memleketimden yine aynı sebepten dönemedim. Aslında konumuma ve durumuma en uygun başlık şu olurdu:
"Tembel T. Bir Ankara Macerası"
Şimdi diyebilirsiniz ki Ankara' da gezilecek ne var da okumaya zaman bulamadın. Olabilir, saygı duyarım. Ama öyle değil işte! İnsanın doğduğu, büyüdüğü yer başka. Hasret kalma durumu söz konusu olduğunda yaşarken burun büküp, aklınıza bile gelmeyen yerleri mumla arıyorsunuz. Kavuşunca da başta sosyal medyada ilan etmek suretiyle gurbetin bünyeye verdiği tahribatı onarmaya çalışıyorsunuz.
İşte ben de onca gün, @ ora, @ bura diye diye vurdum kendimi Ankara sokaklarına. E ne yalan söyleyeyim, iyi de oldu!
Fakat bazı can sıkıcı tespitlerim de yok değil.
Şimdi insan bir yerden ayrılınca, ne bileyim bir şehir, bir okul, belki de bir iş yeri, zamanı da, anadan dünyalı, babadan uzaylı Evie gibi, o an durdurup, paket yapıp alıveriyor yanına. Sonra her dönüşünde o anı arıyor. Bazen kendi de farkında olmuyor ama halı altına ittirdiği beklenti toz gibi kalkıyor. İstiyor ki, her gidişinde bir Hollywood yıldızı gibi karşılansın, bir Justin Bieber kadar ilgi görsün.
Ama hiç de öyle olmuyor, üzgünüm.
Yeni bir hayata başlansa ve hatta gayet mutlu olunsa da, ara ara bulunulan mekandan ayrışıp geride bırakılanların bir tarafına tutunma çabası baş gösteriyor. Belki de insan unutulmaktan, eskimekten korkuyor. Ya da gözden ırak olununca gönülden de nasıl ıraklaşıldığını yaşayarak öğrenmek istemiyor. İşte tüm bu sebeplerden ötürü de anılarını da heyecanını da hep taze tutup hep taze bulmak istiyor.
Ama hayat hiç durmadan devam edip hızla değişiyor ve ona dâhil olan her şey de eskiyor.
Ay aman ne oldu yahu. Bir Ankara' ya gittim geldim, tarzım alaturkalaştı.
Keman içli içli başlamadan kaçayım!

19 Ocak 2012 Perşembe

3 boyutlu Titanic


Efsane gemi Titanic’i batırmaya doyamayanlar, bu yıl da kendisini denizin derinliklerine 3 boyutlu olarak göndermeye hazırlanıyorlarmış. Nisan ayında gösterime girecek olan filmin yönetmeni James Cameron, amaçlarının yeni jenerasyona Titanic’i beyaz perdede göstermek olduğunu açıklamış.  
Kardeşim, 1953 yılında yaptınız, yetmedi 1997’de bir daha. 2012’ye geldik hala Titanic. Derdiniz ne ben anlamadım ki! Sanki çekim tekniği güncellenince geminin kaderi değişecek. Batışı daha değişik seyredeceğiz, o kadar.
Ama belki de hepsi o kadar değildir! 
Bir su altı mafyasından şüpheleniyorum, demedi demeyin!
İnsanları denizden soğutmak, ürkütmek, kaçırmak gibi görevleri olan bir grubun işi bu bence. Yok, hiç öyle John Nash muamelesi yapmayın, gayet ciddiyim.
Güle oynaya izlediğiniz filmlerin etkilerini o anda anlamıyor olabilirsiniz ama bunların kokusu sonradan çıkıyor.
Bütün çocukluğum, denizde yüzerken acaba alttan Jaws gelir mi korkusuyla geçti benim. Ne zaman arkadaşlarla denizde açılsak hepimizin kulağında aynı müzik çınladı; dın dın dın dın dındındındındın… Sırf bu manyak balık yüzünden kırmızı bikini giyemeyenlerimiz bile olmuştur. 80 çocuklarının lügatinde köpekbalığı demek Jaws demektir. O önüne geleni yediği için dişleri yamuk yumuk kalan yaratık, kim bilir kaç çocuğun deniz sevgisini söküp attı içinden! Tamam, yetişkin kafanla izlediğinde saçma ve hatta komik bile gelebilir ama işte çocuk beynine sülük gibi yapışıp kalıyor o görüntüler, sesler, artık ne varsa. Bir de 2001 yılında, Amerika Birleşik Devletleri Kongre Kütüphanesi tarafından "kültürel, tarihi ve estetik olarak önemli" filmler arasında seçilmiş bu film. Niyeyse, hiç anlamadım!
İşte şimdi de bu lanetli gemi! 1953 sürümünde burada yoktum. 97’de, hadise ergenliğe denk gelince, durumu batan bir gemi dekorunda yaşanan hüzünlü bir aşk hikâyesi olarak algılamıştım. Daha doğrusu öyle olduğunu zannediyordum. Ta ki geçen son baharda bir gemi seyahatine çıkana kadar!
Film nasıl nüfuz ettiyse bünyeme, pencereden bakmasam gittiğini bile anlamadığım gemi, bir gece şiddetli bir yağmur fırtına ikilisiyle beşik gibi sallanmaya başlayınca beynimde o malum geminin direğinde yaşanan tüm oynaşma sahneleri bir bir yok oldu. Varsa yoksa çarpma ve batma! Bir de ne olursa olsun müziği kesmeyen orkestra. Gerçi sallantı esnasında bulunduğum yerde orkestra yerine piyanist şantör vardı ama olsun, yine de gözümü ayırmadım adamdan. “Deli değil herhalde” dedim, gemi batarken “çıstak, çıstak” çalmaya devam etsin.
Neyse ki korktuğum başıma gelmedi ama gelebilirdi. Nitekim geçtiğimiz günlerde Costa Concordia’nın başına gelenleri hep birlikte gördük ve aklımıza ne geldi, elbette Titanic. Bkz. haber başlıkları:“Titanic dehşeti”, “Akdeniz’ in Titanic’ i”, “100. Yılda 2. Titanic”
Hadi buyurun bakalım!
Yeni jenerasyon Titanic’i görmemişmiş. Yemezler!
Yakında o manyak balık da ortaya çıkarsa hiç şaşırmayacağım!